Bir ilim insanının, akademik alanında ve yan alanlarda bilgisini, birikimini sürekli geliştirip güncellemesinin, bu sayede cehalet kaynaklı bağnazlıktan ve “uzman körlüğü”nden kurtulup hakikat ve erdeme yükselmesinin değerini arı duru gösteren bir eser okuyorum: Saygıdeğer Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın Halil Solak Beyefendi’nin sorularına verdiği cevaplardan oluşan Yirmi İki Mürekkep Damlası - Osmanlı Sosyal ve Kültür Tarihi Üzerine Sohbetler” kitabı… Hocamız, tevazuundan dolayı eserine “mürekkep damlası” demişse de hususiyle benim gibi bu konularda bilgisi sınırlı olanlar için eserin içinde akan bilgiler, “mürekkep damlası” değil, mürekkep ırmağıdır.
Irmağın 22 kolundan 17.si “İlmî Araştırmalarda İdeolojik Körlük” başlığıyla katılmış kitaba.
***
Cumhuriyet döneminin kimi yönetici ve aydınlarının koyu ideolojik Osmanlı karşıtlığı, her ideolojik fanatizm gibi zıddını yani Osmanlı kutsayıcılığını üretmiştir. Elbette her iki tutumun yanlışlığını gören münevverler de var. Bunlar da üç gruptur. (a) Gözlemlerime göre bizde çoğunluğu oluşturan grup, ideolojik bağnazlar da dâhil olmak üzere, bütün grupların en mide bulandırıcı olanlarıdır. Çünkü onlar hem doğrunun ne olduğunu bilirler hem de ahlak dışı hesaplarla, güçlülerin sahip çıktığı yanlışın yanında dururlar. (b) İkinci bir grup da doğruyu-yanlışı görür ama kenarda sessiz dururlar. (c) Bilimsel özgürlüğe ve dürüstlüğe saygı kültürünü kaybetmiş bizim gibi toplumlarda azınlıkta kalan özgür ruhlu münevverler ise, türlü şekillerdeki riskleri göze alarak ilmî terbiye dâhilinde bilgi ve hakikat nasıl gerektiriyorsa öyle konuşur ve yazarlar.
Erünsal hocamız, kitabında, her iki ideolojik tarafı da –bilim ahlakının gereği olarak- gayet zarif bir üslupla ve gerekçeleriyle birlikte eleştirmiş. Doğruyu-yanlışı görüp de dürüstlükten sapanlara veya kenarda duranlara –özel sohbetlerinden de bildiğimiz- sitemini (medreselerdeki icazet usulünü geri getirmeyle ilgili soruya cevabında) şöyle dile getirmiş: “… Bu sorunun muhatabı Osmanlı ilmiye teşkilatını çalışanlar ve ilahiyatçılar olmalıdır. Maalesef onlar sustukları için benim, haddim olmayarak, bir şeyler söylemem gerektiğini düşünüyorum. Bu konuların ortaya çıkışı da burada bahsettiğimiz bazı konular gibi ideolojiktir. Maalesef popülaritelerini artırmak, bu yolla şöhret bulmak, hatta menfaat temin etmek isteyen bazı akademisyen kılıklı kimselerin çanak tuttuğu bu tür konular, Osmanlı döneminin her şeyini kutsamak isteyenler için cazip bir hale gelmiştir” (s. 355).
***
Hocamızın bu yazdığını okuyunca, on küsur yıl önce yaşadığım bir olayı hatırladım: Sevdiğim bir akademisyen dostum, bana yanlış olduğunu kendisinin de bildiği bir telkinde bulunmuştu. Biraz da sert bir tepki göstermem üzerine, “Ama hocam şimdi işler böyle gidiyor!” demişti. O arkadaş gidişe ayak uydurmanın –aklınca- ödülünü aldı ama hâlâ onu severim, o sebeple de daha çok üzülürüm.
Ben evvela kendime, kendi evim bildiğim yere ve kendi ev halkım bildiğim topluluklara bakarım; herkesin de öyle yapmasını dilerim. Kimi din/dindar etiketli kişilerin, grupların, özellikle grupçuların dünya hevesleri uğruna, Allah ve kulları karşısında haya perdelerini yırtarak, kimlere ne dalkavukluklar yaptıklarına, ne kılıklara büründüklerine, yollarına duracağını düşündükleri kişilere ve kurumlara ne çamurlar attıklarına, ne çelmeler taktıklarına, ne gönüller yıktıklarına ve –en acısı- bütün bu fenalıkları din örtüsünün altına sakladıklarına bir bakar mısınız?!
Asıl üzüntü sebebimiz, “Niye bizim dünyada toplumlarımızı hakikate, iyiliğe, adalete ve huzura taşıyacak temel güç olan bilginin temsilcileri, önce onlar, bütün türleriyle ideolojik fanatizmlerden, dalkavukluk ve/veya hesapçılıktan bir türlü kurtulamıyorlar?” sorusunun cevabını bulamayışımızdır. Birkaç yıl önce tatsız mı tatsız bir olayın şokuyla ve duygusal bir yıkılmışlıkla aynı üzüntüyü yaşayan bir dostuma şöyle demiştim: “Hocam! Ne oluyor bize?‘İnsanlığı kurtaracağız diye yola çıkmıştık. Ama geldiğimiz noktada dünya menfaati ve ikbalini görünce –bırak âlemi kurtarmayı- kendimizi kaybettik!”