Başta bağımsızlık fikrinin ilk sahibi meşhur düşünür Muhammed İkbal olmak üzere, 1947’de Pakistan’ı bağımsız bir devlet yapanlar, Muhammed Ali Cinnah önderliğindeki “Müslüman, milliyetçi, çağdaş” şeklinde tanımlayabileceğimiz, entelektüel birikimleri yüksek ılımlı aydınlardı. Bundan sonraki 25-30 yıl boyunca Pakistan’da “İslamî aydınlanma” diyebileceğimiz bir süreç yaşandı ve dinî düşüncede önemli bir yükseliş gözlendi.
Öte yandan hepsi birbiriyle kavgalı olan Diyûbendîler, Birelvîler, Kur’ancılar, Hadisçiler; kısacası gelenekçisinden tasavvufçusuna, selefîsine kadar birçok eski ve yeni İslamî cemaatler de giderek güç kazandılar. Bu zihinsel parçalanmanın da tesiriyle gelişen fikrî, sosyal ve siyasi çalkantılar genç ülkenin yakasını bırakmadı. Bütün bunlar halkta büyük bir hoşnutsuzluk ve huzursuzluk doğurdu. Bu süreçte –ikisi de selefi olan Mısır’daki İhvancı hareket ile Suudi Arabistan kaynaklı Vahhâbî hareket başta olmak üzere, Arap dünyasında gelişen siyasi-dinî ideolojilerin de etkisiyle ülkede siyasal İslamcılık hızlı bir yükselişe geçti.
İslam düşünce ve siyaset tarihinin her döneminde ve bütün İslam toplumlarında din, devleti yönetenlerin ülkede sulhu sükûnu hâkim kılmalarını, adaletli bir yönetim sergilemelerini sağlayan saygın, aktif ve etkili bir güç olarak bilinmiş; din bu yapıcı toplumsal ve siyasal işlevini modern dönemlere kadar sürdürmüştür. Bu nedenle de Pakistan halkı uzun yıllar İslamcı ideolojiyi, bu ideolojinin siyaset, medrese ve üniversite çevrelerindeki sözcülerinin söylemlerini kolayca kabul edip onlara ümit bağladı.
***
Ama bir yandan İslamcı siyaset devlet imkânlarıyla sürekli güç kazanırken buna paralel olarak Pakistan bir entrikalar, darbeler, baskılar ve yolsuzluklar ülkesi haline geldi. İslamcı siyasetçilerin ve büyük kısmı cemaatlerin kontrolünde olup sayılarını Allah’tan başkanın bilmediği medreselerde yetişmiş olan “okumuş” kesimlerin onca başarısızlıklarına, ürettikleri hayal kırıklıklarına, kan ve gözyaşına rağmen Pakistan halkının çoğunluğu İslamcılara inanmaya ve ümit bağlamaya devam etti ve hala da ediyor. Şimdilik başka da çareleri yok. Çünkü önlerinde güvenecekleri, ümit bağlayacakları başka bir fikrî ve siyasi hareket göremiyorlar.
Bu tükenmişlik, Pakistan’daki cemaatlerin güya ülkede “İslam”ı hâkim kılma adına devlet kurumlarına musallat olup ülkeyi kendi sakat ideolojilerine göre yönetme sadizminin kaçınılmaz bir sonucudur. Kaçınılmazdır; çünkü arkasında siyasal İslamcıların oluşturduğu, bireyin entelektüel yeteneğini ve kişiliğini tek bir ideolojik şablonda eriten ve bu suretle insanların yeni çözümler geliştirme potansiyelini, yani Peygamber efendimizin “rahmet” olarak nitelediği farklı fikirler üretme imkânını ve farklılıklara saygı erdemini tümden yok eden eğitim-öğretim zihniyetleri var.
Bu din anlayışı yüzünden Pakistan -sözde din adına- içindeki cemaatiyle birlikte camileri havaya uçuracak kadar vicdan ve akıl yoksunu cinayet yapılarının kol gezdiği ve tabii ki maddi sefaletin diz boyu olduğu ülke haline geldi ve bu felâket komşusu Afganistan’ı da vurdu.
***
Bir ara Pakistanlı yetkililer, Türkiye’nin dinî bilgi ve uygulamada birliği nasıl sağladığını; din üzerinden toplumsal çatışma değil, birlik ve bütünlük oluşturmayı nasıl başardığını öğrenmek için ülkemize geliyor, özellikle Diyanet ve İmam-Hatip okulları uygulamasını örnek almak istiyorlardı.
Şimdi bu ilişkiler devam ediyor mu bilmiyorum.
Bilmediğim ama bazı bölük pörçük bilgilere bakarak kaygı duyduğum bir şey daha var ki, o da bizdeki İmam-Hatip okullarının ve diğer dinî öğretim kurumlarının da cemaatlerce kuşatılmaya başlandığı iddiasıdır.
Dilerim böyle bir şey yok. Ama eğer varsa ve bu devam ederse 10-15 yıl sonramız bellidir: Şimdiki Pakistan…