Daha önce de bir yazımda aktarmıştım: Fransız oryantalisti Louis Massignon, İslâm estetiği konusundaki nadir ciddi çalışmalardan olan bir makalesinin sonunda İslâm estetiğinin ruhunu şu cümlelerle tanıtıyordu:
“Hülasa, İslâm sanatını idare eden fikir Ehl-i Sünnet akidesidir. Yani şekillerin üstüne yükselmek, putperestliğe meydan vermemek; bir sihir fenerinde, bir fanusta, bir kukla veya gölge oyununda olduğu gibi, onları (şekilleri) hareket ettirene ve Yegâne Daimî Olan’a doğru gitmektir. Sayısız İslâm mezar taşları bize şunu tekrar eder: Hüve’l-Bâkî …”
“Hüve’l-Bâkî”… Tek ve mutlak hakikat ışığının eski mezar taşlarımızdaki yansıması…
Taşa ruh veren ezeli-ebedi gerçek: Hüve’l-Bâkî…
İnce ince işlenmiş mezar taşlarının, daha doğrusu bizim eski mezar taşlarımızın yüreklerimize bir gül yaprağı yumuşaklığıyla dokunuşunu hissetmemiz, –Allahü a‘lem- bu iki kelimelik hakikat cümlesinin bereketi olsa gerek: Hüve’l-Bâkî… “Baki olan O…” İşte mezar taşlarımızdaki maddeyi manaya, kesreti vahdete taşıyan hakikat: Hüve’l-Bâkî… Bizim mezar taşlarımız, şu âyetin tasdikçileridir: “Dünya üzerindekilerin hepsi sonludur; senin celal ve ikram sahibi Rabbinin zatıdır, baki kalacak olan.”
***
Tabii ki medeniyetimizin sayısız işaretleri var; ama nedense ben, bizim medeniyetimizin en belirleyici işaretleri olarak mezar taşlarını görürüm, öyle hissederim. Her bir mezar taşı, insanımızın etten kemikten ayrılan ruhunun yerleştiği yeni bir beden gibi gelir bana... Baksanıza, birbirinin tıpa tıp aynı olan iki mezar taşı var mı? Tıpkı insanlar gibi… Ama mezar taşlarındaki bu kesreti de o iki kelime vahdete dönüştürür: Hüve’l-Bâkî…
Batılılar ölülerinin resimlerini, heykellerini yaparlar. Biz ise –biz biz iken- ölülerimizi mezar taşlarıyla temsil ettirmişiz. Her heykel ve resim, resmettiği insanın bir taklididir, Batı estetiğindeki deyimiyle mimesisidir; ama bizde her bir mezar taşı bir ibdâ‘, bir ihtirâ‘dır.
Mezar taşları… Bazen mâbedlerle kucak kucağa… Hatta evlerle, dükkânlarla iç içe; Eyüp Sultan’da olduğu gibi… O eski semtler, -Yahya Kemal’in dilinden- “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız” diyenlerin dünyası… İnsan oralarda gezerken dünya ile ukbâ arasında dolaştığını, “öbür taraf”ın bir adım ötede olduğunu hissediyor. Herhalde bu yüzden, eski insanlarımıza ölüm, “öbür taraf”a sadece birkaç adım atmaktan ibaret geliyordu. Tabii ki “öbür taraf”ta verecekleri hesabın sorumluluğunu da aynı derecede yakından hissediyorlardı. Evet... Eskiden mezar taşları ahiret hesabının birer ikaz işaretleri olarak düşünülürdü.
Mezar taşları… Ölenlerin, onları toprağa verenlerin, taş ustalarının, hattatların imanlarını gösteren şehadet parmakları gibi… Yalnız mezar taşları bile bizim medeniyetimizin, hayat felsefemizin, derin ve şamatasız dindarlığımızın, edep ve ahlâkımızın bütün manalarına işaret ederdi.
***
Heyhât… O mezar taşları yapılmıyor artık… Eski mezar taşlarımızın yer aldığı bir albümün yapraklarını çevirmek bile, bilmeyenlere, bunun kültürümüz adına ne büyük bir kayıp olduğunu anlatmaya yetecektir. Şimdi yaban ellerde kalan mezarlarımızın, mezar taşlarımızın başına neler geldi, bilmiyoruz. Medeniyetimizin bu mirasını hiç olmazsa ülke içinde koruyabiliyor muyuz? Ne yazık ki gördüklerimiz, duyduklarımız onlara bile yeterince sahip çıkamadığımızı anlatıyor. Başka türlü olması da beklenemez. Çünkü tarihî mirasa sahip çıkmak bir şuur meselesi; nesillere kendi dinî, tarihî, kültürel değerlerini ve onların ifade ettiği manaları öğretme, hissettirme işidir.
Hepimiz bu ülkenin okullarında yıllarca öğrenim gördük. İçinizde, resmî öğrenim hayatı boyunca, mezar taşlarımızın medeniyetimizdeki değeri ve manasıyla ilgili iki cümlelik bilgi almış olanınız var mı?.. Ne kadar acı!...