Batı’da hür düşüncenin önünü açan düşünürlerden asırlarca önce, İslam’ın ikinci yüzyılından (miladi 8. asırdan) itibaren Müslüman dünyada, kendi değerlerinden ve kaynaklarından beslenerek hür düşünceyi savunan ilim ve fikir adamları yetişmiştir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ışığıyla zihinlerini ve ufuklarını aydınlatıyor, Hz. Peygamber’in özgürlükçü tavrından (Sünnet), Sahâbe’nin bireysel ve kamusal alanlarda hayatı rahatlatıcı serbest içtihatlarından ilham ve cesaret alıyorlardı.
Zâhirîlerin en meşhur âlimi ve mezhebin asıl kurucusu olan Kurtubalı (Cordoba/İspanya) İbn Hazm, Sahabe ve sonraki âlimler arasında yaşanan görüş farklarını ve özgür tartışmaları anlatırken, sıraladığı örnekler arasında, 150/767’de vefat eden Ebû Hanîfe’nin şu tarihî sözüne de yer verir:
“Allah’tan gelenin başımızın üstünde yeri var. Resûlullah’tan geleni dinleriz ve itaat ederiz. Sahâbe’den gelen görüşlerdense seçim yaparız ve onlardan şaşmayız. Tabiîn’den (ikinci nesilden) aktarılanlara gelince, onlar âlimse biz de âlimiz” (el-İhkâm, Kahire 1404, IV, 573).
Bu hür bakış, –dozu ve etkisi azalarak da olsa- uzun süre devam etmiştir. En çarpıcı örneklerden biri, Gazâlî’ye aittir. O, fıkıh usûlünün seçkin kaynaklarından el-Mustasfâ’da (Kahire 1324, I, 187), İmam Mâlik’in, sadece Medinelilerin ‘icma’ının (bir fıkıh meselesinde ulaştıkları görüş birliğinin) kesin delil (hüccet) kabul edilebileceğini savunduğunu, başkalarının da başka şehir ve ülke âlimlerinin icmaını muteber saydıklarını anlattıktan sonra bunların hepsini güçlü gerekçelerle reddetmiştir.
Gazâlî, aynı eserin başka bir yerinde (I, 260-261) şöyle der:
“Bir grup âlim, Sahâbe görüşünün mutlak bağlayıcı delil; başka bir grup, Sahâbe görüşünün kıyasa aykırılık halinde bile delil olduğunu savundular. Diğer bir grup, Hz. Peygamber’in ‘Benden sonra bu iki zata uyun’ sözünden dolayı bağlayıcı delili sadece Ebûbekir ve Ömer’in görüşünde, nihayet son bir grup da Râşid Halifeler’in ittifak ettikleri görüşlerde gördüler. Bize göre bu iddiaların hepsi de yanlıştır.
Yanılması ve hatalı olması mümkün olan, günahsızlığı sabit olmamış birinin görüşü bağlayıcı delil olamaz. Hata etmesi mümkün olan bir zümrenin görüşü nasıl delil kabul edilebilir? Kesin (müevâtir) bir kanıt olmadan onlar nasıl hatasız sayılabilir? Kendi aralarında görüş farklarının bulunması mümkün olan bir topluluğun hatasız olduğu nasıl savunulabilir? Nitekim Sahâbe’nin kendileri de Sahabe görüşlerine muhalefeti caiz görmüşlerdir.”
Gazâlî, bu özgürlükçü fikirlerine karşı, koyu muhafazakâr gelenekçilerden gelebilecek bir itiraza da şöyle cevap verir (I, 268-269):
“Şayet ‘Allah ve Resûlullah (s.a.v.) Sahâbîler’i övdüğü halde onlar (ile başkaları) arasında nasıl ayrım yapılmaz! Ayetlerde, “Allah’a, Resûl’e ve içinizden emir sahibi (yönetici) konumunda olanlara uyunuz” (Nisâ 4/59); “Allah o müminlerden hoşnut olmuştur” (Fetih 48/18) buyrulmuş; Peygamber’in de “İnsanların en hayırlısı benimle çağdaş olanlardır”; “Ashabım yıldızlara benzer…” gibi sözleri var’ denecek olursa, cevaben deriz ki: (Evet, övücü ayet ve hadisler var. Fakat) bunların tamamı Sahâbe’nin ilimleri, dindarlıkları ve Allah katındaki makamları konusunda güzel kanaat beslemeyi gerektirir; yoksa onları taklit etmenin caiz ya da zorunlu olmasını gerektirmez.”
Gazâlî Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer gibi Sahâbîleri öven başka hadisler de aktarmış; ardından, “Bunların tamamı onlar hakkında övgü maksatlı olup, kesinlikle onlara uymayı gerektirmez” demiştir.
***
Fakat Sahâbe sonrasında, siyasal ortamın da katkısıyla, geleneği, zamanla, hür düşünce taraftarları değil, dogmatik düşünen aşırı muhafazakâr ulema kesimi oluşturmuştur. Fanatik gelenekçiler dâhil, eski ve yeni bütün araştırmacıların ve Doğubilicilerin, İslam’ın en büyük ilim ve fikir adamları arasında gösterdikleri, Sahâbe’ye son derece hürmetkâr olan Ebû Hanîfe ve Gazâlî’nin bu açık seçik özgürlükçü ifadelerine rağmen, geçmiş ulemanın görüşleri nasıl kutsal, değiştirilemez, kıyamete kadar geçerli nas olarak kabul edilebilir! Tam bir akıl tutulması!
Müslüman ülkelerde toplumsal zihinleri hâlâ bu aklı kapanmışlar doldurmaktadır. Ama gelinen noktada Müslüman toplumlar kendi maddi ve manevi haklarının savunulmasını bile kendi dışındaki toplumların insaf ve merhametinden beklerken, onları bu hallere düşüren bağnaz “okumuşlar”, ümmetin bu hale düşürülmesinden ıstırap duyan ve çıkış yolu arayanları “gelenek düşmanı” diye damgalamayı sürdürüyorlar.