Diyanet’teki görevim sırasında Bolu’da yapılan bir müftüler toplantısını şimdiki Cumhurbaşkanımız da şereflendirmiş; eski din adamlarımızın toplumsal işlevinden söz etmiş; onların bir aile üyesi gibi evlerin en mahrem köşelerine kadar girebildiklerini, öylesine derin bir saygı, güven ve dostlukla karşılandıklarını hatırlatmışlardı.
Bu anlamlı hatırlatma ve bugünkü din adamlarına, bizlere dolaylı ve haklı eleştiri, beni dokuz yaşımdaki çocukluğuma götürdü. “Osmanlı kadını” dedikleri türden bir anneannem vardı. Duldu. Bir oğlu, gelini ve yetişmiş kız torunları vardı. Köyün imamından Kur’an-ı Kerîm okuyordum. Eve dayımın dışında bir tek erkek girerdi: Köyün imamı... Sabah erken, anneannem ekmek pişirirken bazen imam gelir, ocak başına otururdu. Anneannem yufka arasına peynir koyarak dürüm yapar, bir bana verir, bir de hoca efendiye ikram ederdi. Bu arada hoca efendi ile sohbet edilirdi. Çünkü hoca efendi o yaşlı kadının dert ortağıydı. Çünkü o hoca efendi -bizim kadar öğrenim görmüş değildi ama- imamın görevinin camiden çıktıktan sonra da devam ettiğini bilecek kadar irfan sahibi idi; insanların sevinçlerini ve kederlerini paylaşırdı. O ve onun gibiler, köylerinin veya mahallelerinin hem imamı hem müftîsi hem de yerine göre kadısı, hâkimiydi; anlaşmazlıkları hallü fasleder, dertlere derman olurdu.
Bazı örnekleri hâlâ yaşasa da, itiraf etmeliyim ki, o hoca efendilerin sayısı bugün çok azaldı. Bunun, biz din adamlarının dışında sebepleri de var. Bu doğru. Ama kabul edelim ki, biz de o hoca efendi kimliğini ve saygınlığını yeterince koruyamadık. Diyanet camiası bugün eskisiyle kıyaslanamayacak kadar gelişti, teşkilatlandı. Ama galiba ruhumuz bedenimiz kadar gelişemedi.
***
Vaktiyle ülke dışından din eğitimi almak için gelen soydaş ve dindaşlarımızın çocuklarına yurt temin etmek için boş durumda binaları olan bazı dernek yöneticilerini ziyaret etmiştim. Ama sebebini anlamakta güçlük çektiğim tuhaf bir isteksizlikle karşılaştım. Binalarını böylesine hayırlı bir hizmet için bir türlü vermek istemiyorlardı. Sonunda içlerinden biri, ağzından kaçırdığı şu sözle bu merakımın cevabını verdi: “Ya Diyanet binamızı elimizden alırsa!”
Bu güvensizliğin başlıca iki sebebinin olduğunu düşünüyorum: Biri bizim Diyanet olarak kendimizi, hizmetlerimizi, samimiyetimizi halkımıza yeterince anlatamamış olmamız; diğeri de –en tepeden başlamak üzere- bahsettiğim din adamlığı kimliğimizin aşınmış bulunması; yani dinimizin insanî ve ahlâkî güzelliklerini davranışlarımızda, ilişkilerimizde yeterince ortaya koyamadığımız gerçeğidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve teşkilatı, bu ülkenin metropollerinden dağ köylerine kadar halkımıza hizmet eden, camileri açık tutan, ülke semalarını ezan sesleriyle şenlendiren bir camia. Onlar vaazlarıyla, hutbeleriyle toplumumuza İslâm’ın irfanını sunuyor; çocuklarımızı Kur’an’la buluşturuyorlar. Hâlâ birçok yerde yeni doğanların kulaklarına ezan okuyup isimlerini onlar koyuyor, doğum mevlidlerini onlar okuyor; gençlerin evlilik mutluluklarını, kıydıkları nikâhlarla paylaşıyor, nihayet ebedî âleme göçenleri onlar arıtıyor; namazıyla niyazıyla, hatim ve mevlidiyle onlar gönderiyor, mezarlarının başından en son onlar ayrılıyorlar. Bütün bunların yapılamadığı bir Türkiye’nin ne hale geleceğini düşünebiliyor musunuz!
***
Ama bütün bunlara rağmen büyük eksikliğimiz orada duruyor: O da, özlenen kişiliğiyle hoca efendi eksikliği... Kanaatimce bu kusurun ana sebebi, din adamlarımızın eğitimindeki yanlışlarımızdır. Bu yanlışların dağlar gibi olduğu Müslüman ülkelerde yaşanan faciaları hemen her gün izliyor ve elem duyuyoruz.
Anlaşılan bir sonraki yazımda da bu mesele üzerinde durmam gerekiyor.