Öncelikle yazılarımı beğenen-beğenmeyen, takdirkâr veya eleştirel yorum yapan; ama lütfedip okuyan, paylaşan herkese gönülden teşekkür ediyorum. Çünkü bir yazı okunsun diye yazılır. Yorumlardan ilham alarak üç hususu arz edeceğim:
1. Elbette hocalarımı sever sayarım; içlerinden bir kısmını ve başka bazı bilim ve fikir insanlarını beğenirim. Ama –okurların bilmesini isterim ki- hiçbir zaman şucu-bucu olmadım; bazen zararını görmüş olsam da bundan memnunum. Çünkü bir faniye teslim olup kişiliğini onda eritenin, artık insanlığını da eritmiş olacağını düşünürüm. İnsan özgür ve bağımsız olduğu oranda insandır. Bizim eğitimimiz, -hele de din eğitimimiz- böyle insan yetiştirmiyor. Bazı görüşlerine katılmasam da derin saygı duyduğum Gazâlî’nin (ölümü 1111m.) Mîzânü’l-amel’inin sonundaki şu cümleler 40 yıldan beri rehberim olmuştur:
“Mezhep bağnazlığının esas sebebi, kimi insanların halkı peşlerine takmak suretiyle liderlik elde etme tutkularıdır… Öyleyse mezheplerle ilgilenmeyi bırak; hakikati tefekkür (nazar) yoluyla bulmaya çalış. Bir rehberin koluna girmiş kör gibi olma… Asla unutma ki, kurtuluş bağımsızlıktadır… Gerçeğe ulaştıran araç, yalnız kuşkulardır. Zira kuşkulanmayan düşünemez, düşünemeyen de –Allah korusun- körü körüne yanlışa saplanıp kalır.”
***
2. Bazı okurlarımın sandığının aksine, hiçbir yazımı siyaset yapma niyetiyle yazmadım, yazmamaya çalışacağım. Çünkü ne siyasetçi ne de siyaset-bilimciyim. Ama yazılarım çoğunlukla insana ve ahlaka dairdir; böyle olduğu için siyasileri de ilgilendirmesi doğaldır. Şahsi hayatım, çevrem ve uğraşı alanlarım dolayısıyla birçok yazım da dine ve dindarların sorunlarına dairdir; dolayısıyla siyaset yapan dindarla da ilgilidir. İlâhiyat ve Diyanet camiasından olmasam din konularında da yazmam. Esasen dinin ve siyasetin bileni-bilmeyeni tarafından bu kadar konuşulması, ikisi de son derece değerli olan dini ve siyaseti -gördüğümüz gibi- ayağa düşürüyor.
***
3. Bazı okuyucularımda oluşan kanaatin aksine, –becerebildiğim kadar- kişileri ve grupları doğrudan konu edinmeyip, görebildiğim dinî ve ahlâkî meseleler, zihniyetler üzerine yazmaya çalışıyorum; kişileri incitecek bir dil kullanmamaya özen gösteriyorum. Keşke bu bakımdan hepimiz biraz sûfî olabilsek, kalbimizi nefretten arındırabilsek ve insanları değil de yanlışları sevmeyen gönüller sahibi olabilsek! Bütün insanlığın böylesine sade ve huzur verici bir ahlaka ihtiyacı var. İslam kaynaklarında “insan” kavramının “ünsiyet”ten geldiği belirtilir. İnsanoğlu birbirinden nefret etmenin bedeli olarak geçtiğimiz yıl 1 trilyon 800 milyar dolarlık askerî harcama yapmış. Nefretin yeterince taraftarının bulunduğu böyle bir dünyada İslam’dan bahsedenlerin temel görevi, Peygamberimizin, Kur’an’da ‘âlemlere rahmet’ şeklinde belirlenmiş bulunan aslî misyonunu insanlığa sunmak olmalıdır.
İslam adına konuşup yazan bazı çevrelere yönelik eleştirilerimin sebebi de, insanlara, özünde böyle bir insanîlik olan dindarlık yerine, ahlâkî sapma, nefret ve şiddet üreten ideolojik, şekilci, gösterişçi bir dindarlık anlayışını telkin etmeleridir.
Yüce Allah, “Kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz, fakat içinizdeki takva O’na ulaşır” buyuruyor. Takva, kısaca, “Allah’a karşı hesabını veremeyeceğimiz yanlış işler yapmaktan korkarak yaşamak” anlamına gelir. Hepimiz bu fani âlemden göçeceğiz ve gittiğimiz yerde –Kur’an’ın ifadesiyle- önceden ne gönderdiysek onu bulacağız. Oraya Yaratan ve yaratılanlarla kurduğumuz güzel ilişkinin adı olan “takva”mız ve “insaniyetimiz” ile gidebilirsek ne mutlu bize! Sonuçta dinimizin bize gösterdiği nihai hedef bundan başkası değildir. Kur’an buyuruyor ki: “Ey inananlar! Siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz doğruluk üzere olursanız eğriliğe sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve o zaman Allah, bu dünyada neler yaptığınızı size gösterecektir.”