***
Hakan Albayrak, “herkese düşünce özgürlüğü” ilkesini savunan ve düşüncelerini açık yüreklilikle yazan bir gazetecimiz. Mesela 22 Aralık 2022 tarihli Karar’da çıkan yazısında “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında verilen 2 sene 7 ay 15 gün hapis cezası ve dolayısıyla siyaset yasağı kararı”nı ilkesel olarak eleştirmiş, bu kararın “maşeri vicdanı yaraladığını” yazmıştı.
Ancak Sayın Albayrak, kanaatimce, bu “Halil Konakçı’nın, –İmamoğlu ve diğer birçoklarından farklı olarak- biri resmî göreviyle, diğeri dinî konumuyla ilgili iki sorumluluğunu gözden kaçırmış.
1. Resmî göreviyle ilgili sorumluluğu. Devlet memurları ve Diyanet mensuplarıyla ilgili yasal mevzuatı demokrasiye uygun buluruz veya bulmayız [mesela ben bulmuyorum]; bu ayrı bir tartışma konusu. Sevgili Hakan da başkaları da, “Halil Konakçı Olayı” vesilesiyle bu uygunluk konusunu demokrasi ve insan hakları bağlamında tartışabilir, uygun bulabilir veya bulmayabilirler.
Fakat yürürlükteki mevzuata göre Konakçı kadrolu din görevlisidir; bu ülkenin tüm vatandaşlarının verdikleri vergilerden maaş almaktadır. Bu ülkenin eşit vatandaşlarından bazıları, bu kişinin –bir bölümünü Albayrak’ın da aktardığı- vaazından rahatsızlık duymuş, suç işlediğini düşünmüş ve şikâyetçi olmuşlardır. Bu olgu karşısında Diyanet ne yapacaktı yani? Albayrak’ın deyimiyle “Biz ‘Kemalist asabiyete taviz’ vermeyiz” diyerek kulağının üstüne mi yatsaydı? Albayrak bir devlet kurumundan ‘Kemalist asabiyet’ gibi sübjektif bir ayrımcılığı nasıl bekler!
Bu ülkenin resmî bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi görevlisi olan bu şahıs hakkında soruşturma açması, “inceleme” sonunda, sarf ettiği sözler göreviyle bağdaşmamışsa hukuki süreç başlatması görevidir. Sevgili Albayrak’ın, Başkanlığın bu uygulaması hakkında “Kemalist asabiyete taviz” demesi hem haksızdır hem de kurum yetkililerini incitici olmuştur.
2. Dinî konumuyla ilgili sorumluluğu. Halil Konakçı bir ‘imam-hatip’tir. Hakan Albayrak bu unvanın anlamını ve yüklediği misyonu iyi bilir. Bu sıfat, ilgililere sadece resmî değil, dinî sorumluluk da yükler. Bu konumdaki biri, vaktiyle devletimizce uygulanmış, sonrasında yine devletimizce düzeltilmiş bir icraatı, aradan neredeyse bir asır geçmişken tekrar cami kürsüsüne taşıması dinen de sorgulanmalıdır. Çünkü ortada dinin şiddetle yasakladığı ‘fitne’ye sebep olma, toplumsal kamplaşmayı derinleştirme, hem dinin birleştiricilik (cemaat) ilkesine hem de bu ilkeye sadakat göstermesi gereken Diyanet camiasının dinî misyonuna zarar verme şüphesi vardır. “İnceleme” bunu aydınlatacaktır.
***
Küçük bir tarihî bilgi: Dinî unvanlar taşıyanların bu tür söz ve faaliyetlerini inceleme, yargılama ve suçu sabit görülenleri cezalandırmanın Osmanlı geçmişimizde de örnekleri çoktur. Kazaskerliğe kadar yükselen meşhur sufî âlim Şeyh Bedreddin, arkasında bulunduğu isyan hareketleri dolayısıyla değil, kurulan ulema heyetince, görüş ve faaliyetlerinin dine aykırı olduğu, toplumda fitne çıkardığı gerekçesiyle idamına fetva verilip infaz edildi (1420). Sonraki asırlarda da üç Şeyhülislam idam edilmiş; âlim, sufi, kadı gibi ulema sınıfından birçokları idamla veya başka türlü cezalandırılmıştır.
Tabii ki, kimse “Osmanlı’da olduğu gibi Konakçı da asılsın” demiyor; diyenin aklından veya insanlığından şüphe edilir. Ama müsaade edin de konu incelensin. Daha ne zamana kadar duygular yasaların önüne geçecek? Vaktiyle “Muhterem Hoca efendimizi size yedirmeyiz” diyerek yargı sürecinin işletilmesine karşı çıkanlar şimdi yine seferber… Bu yıkıcı tutum her taraf için yanlış… Özellikle dinî camia yangının üstüne benzinle değil su ile gitmelidir. Elin adamları birbirinin 70 milyon insanını öldürdükleri II. Dünya Savaşı’nın üstünden 50 yıl geçmeden Avrupa Birliği’ne geçtiler. Biz ise 150 yıldır gırtlak gırtlağa kavgalıyız. Tam bir akıl tutulması!..