Kutlu Doğum Haftasına girmiş bulunuyoruz. Hayırlara vesile olur inşallah…
Bu yılın konusu Hz. Peygamber ve Güven Toplumu. Belli ki, D.İ.Başkanlığı’nın bu konuyu seçmesinin nedeni, son yıllarda ülkemizde ve başka bazı İslâm ülkelerinde yaşanan güvensizlik sorunudur.
Konuya bir tarihî ve kültürel yönden, bir de güncel sorunlarımız açısından bakılabilir. Bugün konunun ilk yönünü, gelecek yazımda da ikinci yönünü ele alacağım.
***
Yaklaşık dört yıldır İslâm’ın, doğuş yıllarında ne tür insani sorunlarla karşılaştığını, o ortamı neden ve ne yönde dönüştürdüğünü anlamaya çalışıyorum. Bu çalışmalar beni şu nokta üzerinde yoğunlaşmaya götürdü: İslâm’ın geldiği ortamda Hz. Peygamber’in çözümüne öncelik verdiği temel problemler neydi? Bu sorunun cevabına ulaşmada Kur’an’ın önceki ve yeni döneme verdiği isimlerden başlamak yararlı olabilir. Çünkü iki dönemin karakterini, en iyi, onlara veriler isimler ifade eder.
Kur’ân-ı Kerîm, doğduğu ortama “câhiliyye”, o ortama tarihî müdahaleyi yapan harekete de “İslâm” adını verdi. Neden?
Kısaca belirteyim ki câhiliyye kelimesi hukukta, sosyal ve ticari hayatta, her türlü insan ilişkilerinde kuralsızlığın, anarşinin, şiddetin; baskın, yağma ve talanın, sonuçta tam bir güvensizliğin adıdır. İslâm da bu ortamı üreten dinî, ahlâkî ve kültürel zihniyete karşı büyük mücadeleyi başlatan ve sonuçta hayatın her alanında “kurtuluş, barış, esenlik ve güven” ortamını getirmeyi başaran dinî ve insanî hareketin adıdır. Bunu gösteren, İslâm öncesiyle İslâmî döneme ait belgelerde, modern zamanlarda İslâm dünyasında ve Batıda yapılan bilimsel araştırmalarda çok zengin bir bilgi var.
Benim görebildiğim kadarıyla modern zamanlarda câhiliyye ve İslâm hakkında bu tespitleri yapan ilk bilim adamlarından biri, meşhur oryantalist Goldziher’dir. Bu konudaki ünlü makalesinde İslâm öncesine ve İslâmî döneme ait birçok belge zikrederek câhiliyye kelimesinin kültürel anlamını “barbarism” şeklinde gösterir. Buna mukabil İslâm’ın da câhiliyye’ye tam karşıt bir anlam içerdiğini, yani ‘İslâm’ın “uygarlık” kuran dinin adı olduğunu belirtir.
***
Biz İslâm’ı, Kur’an’ı, Peygamberimizin Sünnetini salt din eksenli okuyoruz; tabii ki İslâm son dindir; ama İslâm aynı zamanda bir sosyal, siyasal, kültürel, ahlâkî, kısaca insanî dönüşümdür.
Araplar ve sonraları başka halklar neden kitleler halinde Müslüman oldular veya İslâm himayesini gönüllü kabul ettiler? Çünkü İslâmiyet hem bir din hem de bir ‘insani hareket’ olarak doğdu. İnsani hareketin birinci önemi, insanın ilk ihtiyacını karşılamasıdır ki, o da güvenliktir. Hukuk tarihçileri ve siyaset bilimciler devletlerin, insanoğlunun güvenlik ihtiyacından doğduğunu söylerler. Bilinen tarihinde devlet yüzü görmemiş olan Hicaz bölgesinde Hz. Peygamber’in kurduğu ilk İslâm devleti de böyle bir ihtiyaçtan doğdu.
O coğrafyada İslâm sayesinde insanlar ilk defa birinin, Hz. Muhammed aleyhissilamın kendilerini gördüğünü, acılarını paylaştığını; korkularını, kaygılarını anladığını, bunları kendi yüreğinde hissettiğini ve varlığını onlara adadığını fark ettiler. İlk defa kabile reislerinin, insafsız tüccarların despotizmine; mallarını, kadınlarını ve çocuklarını ellerinden alan çapulcuların baskın, yağma ve talanlarına “hayır” diyen bir ses duydular. Bu müthiş bir şeydi; hiç hayal edemeyecekleri bir sesti bu...
Dalga dalga yayılan bu sesin ulaştığı insanlar, özellikle kadınlar, çocuklar, idealist gençler, yoksullar, arkasızlar ilk defa çatışmadan, savaşmadan da var olabileceklerini, onurlarını ve değerlerini koruyabileceklerini anladılar. İslâm, böyle bir hayat felsefesi getirdi onlara; bunu da bir dinî ve ahlâkî dönüşümle, bir devlet ve hukuk düzeni kurmakla başardı.