Geçen haftaki yazımda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2017 Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle gündemimize taşıdığı “Hz. Peygamber ve Güven toplumu” konusunu, aziz Peygamberimizin getirdikleri ve bunların tarihimize yansımaları bakımından ele almış, konunun günümüz İslâm toplumlarıyla ilgili boyutunu da bugün ele alacağımı belirtmiştim.
***
Evet, zengin bir hukuk, siyaset, ahlâk ve düşünce geçmişimiz var. Başka coğrafyalarda olup bitenlere göre daha barışçıl, daha güvenlikli diyebileceğimiz bir tarihimiz var. İslâm coğrafyasının hemen her bölgesinde çeşitli ırktan, dinden, kültürden toplulukları asırlarca barış içinde bir arada yaşatmayı başarmış bir medeniyetimiz var. Ama bütün bunlar tarih… Bugün değil… Bunu iyice aklımıza yerleştirmemiz, gerçekçi bir tarih saygısından ziyade duygusal ve hamasi olan tarih-perestlikten kurtulmamız lazım.
Tuhaf değil mi: Her meselemize “Eski büyüklerimiz ne demiş?” diye bakıyoruz. Ya eskiler bir şey demeselerdi, kaynaklarda bir şey bulamasaydık veya bulduklarımız şimdiki derdimize çare olmuyorsa bugün karşımıza çıkan dağ gibi sorunları düşünmeyecek miydik?
Yanlış anlaşılmasın; ebette tarihten, kültürel mirastan yararlanmalıyız ama bugünü bu çağın gerçeklerini görerek yönetmek zorundayız. Bunun için de bugünü kavrayan bir yönetim anlayışına, illa da bugünle kavgalı olmayı dindarlık ölçüsü olarak almayan bir dinî düşünceye ihtiyacımız var. Hz. Peygamber’in, “Allah’ın en çok sevdiği iki erdem” dediği “hilim ve teenni”ye, yani müsamahalı, sabırlı, ağırbaşlı olmaya dayalı bir ahlâk zihniyeti bugünün Müslümanının hayatını, onurunu, özgürlüğünü güvence altına alan bir adalet, hukuk ve yönetim anlayışı geliştirmek zorundayız. Eskilerin “kavilleri” bugünün dünyasını yönetmeye yetmiyor, ayrıca o kavilleri de bugünün ihtiyaç ve icaplarına göre okumuyoruz. Bunu görmek için daha ne kadar bedel ödeyecek Müslüman toplumlar? Daha ne zamana kadar yokluk, sefalet, can ve mal güvensizliği gibi sorunlarımızın suçunu başkalarına yükleyip kendimizi temize çıkaracağız?
Müslümanlar bugünkü tutumlarıyla, otobanda ters yönde giden bizim Karadenizli sürücüye benziyorlar: “Bir çılgın ters yönde gidiyor” diye trafiktekileri uyaran bir radyo anonsu duymuş bizimki ve kendi kendine şöyle demiş: “Ne biri! Hepsi çıldırmış!..”
Biz de dünyaya böyle diyoruz. Oysa bir bakalım, yoksa ters giden biz miyiz?
***
Devletin ve hukukun birinci var oluş sebebi can, mal, mahremiyet vs. güvenliğidir. Eski çağlardan beri düşünürler, ilim adamları böyle demişler. Bizim dinimiz ve Fârâbî’den Kınalızâde Ali Efendi’ye kadar bütün düşünürlerimiz, ahlâk ve siyaset bilimcilerimiz de böyle diyor. Ama gelin görün ki coğrafi ve kültürel bağlamda bakarsak hukukun ya zamanın icap ettirdiği yeterlilikte ya da hiç işlemediği, güvenliğin eksik olduğu veya hiç olmadığı coğrafya da bir bütün olarak İslâm coğrafyasıdır.
Bu büyük sorunu aşmak için birbirimizle kenetleneceğimiz, aklımızı ve irademizi birleştirerek kendi sorunlarımızı kendimiz çözeceğimiz yerde, birbirimizi hırpalıyoruz, kırıyoruz, incitiyoruz; sürekli itişip kakışıyoruz. Hatta çoğu Müslüman toplumlar birbirini öldürüyor, yakıyor, yıkıyor. Zihin dünyası çatışma üzerine inşa edilmiş bir toplumun barış, huzur ve güvenlik toplumu olması mümkün mü?
Tabii ki şiddet ve güvensizlik sorunlarının dışarıdan da gizli-açık sebepleri var. Ama işi o sebeplere bağlayıp kendimizi masum gösteremeyiz. Dindarıyla, İslâmcısıyla, seküleriyle, laikçisiyle bizler, İslâm coğrafyasının halkları, kendimiz ne kadar dürüst, ne kadar güvenilir insanlarız?
Bugün İslâm ülkelerinde yaşanan hukuksuzlukların, güvensizliklerin asıl sebebi, bence olup bitenleri ötekilerin yönetmesi değil, bizim nefsimizi ve toplumlarımızı yönetmedeki yetersizliğimizdir.