Müslümanların geniş bir fıkıh kültürü var ve bu birikim değerli bir hazinemizdir.
l Öncelikle ibadetlerin şekil ve erkânına ilişkin birliğimizi, düzenimizi fıkha borçluyuz.
l Fıkıh birikimimiz hukuk, siyaset ve iktisat tarihi, hukuk metodolojisi, sosyal tarih gibi alanlarda zengin bilgiler içeriyor.
l Bilhassa özel hukuk ve aile hukuku konularında büyük bir fıkıh mirasına sahibiz. Bu miras, doğru bir yöntem ve yaklaşımla ele alındığı takdirde, günümüzdeki sorunların çözümüne katkılar sunma potansiyeline sahiptir.
Sonuçta fıkıh, kültürümüzün kurucu unsurlarından biridir ve son 150 yıldır yaşadığımız savrulmalarda ondan kopuşumuzun da büyük rolünün olduğu açıktır.
***
Fakat bu kopuş durup dururken olmadı. Eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsızdı. Ne var ki, tam da dünyanın durağanlıktan değişim ve dönüşüm sürecine girdiği bir dönemde, eski yüzyılların hayat şartlarına göre üretilmiş olan fıkhımız yeni hayattan kopmaya başladı. Çünkü hayat canlıdır, onu düzenleyen kurallar da canlı olmalıdır. Yoksa hayat değişirken kurallar geçmişte donup kalır, er veya geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
Fukahamızın, önceki âlimlerin kendi dönemlerinin şartları içinde oluşturdukları kuralları yeni olgular ve gerçekliklerle yüzleştirip gerekli uyumu sağlamaları, buna uygun bir eğitim zihniyetini geliştirmeleri gerekirdi. Ancak onlar bunu yapmak yerine o kuralları kutsallaştırıp dondurdular. Eski kurallarla yeni hayat arasındaki uyumsuzluk sorununu, fıkıh kültürüne ekledikleri “kitâbu’l-hiyel”ler gibi sözde çözümlerle aşmaya çalıştılar. Böylece “kanuna karşı hile” yöntemi giderek fıkıhta meşruiyet kazandı. Fetva kitaplarımız –ahlâkî bakımdan hayli sorunlu olan- hiyel (hîle’nin çoğulu) fetvalarıyla doludur.
Ülkemizde 5-6 yaşındaki kız çocuklarına nikâh kıyılabileceğini söyleyen zevat da; mahkemede eşini boşayıp, ölmüş emekli babasından dolayı devletten maaş aldırtan, diğer taraftan “dinî nikâh”ı kullanarak o kadınla birlikteliğe devam eden bir nice insan da aynı kural ve fetvalara dayanıyor.
Gerçi “kanuna karşı hile” günümüz seküler toplumlarında da görülüyor. Fakat fıkıhta asıl sorun, bu “hileler”e din adına meşruiyet tanınması ve bu suretle dinin töhmet altında bırakılmasıdır.
***
R.N. Güntekin’in Hülleci piyesi 1963’te sahnelendiğinde ben Sivas İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciydim. Oyun, dini ve din adamını yıpratma amacı taşıdığı iddiasıyla protestolara yol açmış; bazı hocalarımız da bize bu kabil konuşmalar yaparak öfkemizi kabartmışlardı.
Oysa oyun tiyatro diliyle bir soruna parmak basıyordu. Din âlimlerinin işte bu gerçeği görüp, onu üreten fetva birikimini gözden geçirmeleri gerekiyordu. Müslümanı, -giderek ikiyüzlülüğe alıştıran- bu kabil fetvalar ile içinde yaşadığı gerçekler arasındaki sıkışmışlıktan kurtaracak, Kur’an ve Sünnetin ahlâk dünyasına, ilke ve hedeflerine uygun yeni çözümler üretilmeliydi.
Neyse ki insanımızın ahlâk ve edep duygusu sayesinde bu hülle meselesinden kurtulduk. Ama hayat değişmeye, yeni sorunlar üretmeye ve yeni çözümler istemeye devam ediyor.
***
Bu travmayı asırlarca Hıristiyan dünyası da yaşadı. Ama sonuçta bir çıkış yolu buldu. Elbette o yolun da tartışılacak yönleri var. Ve zaten tartışılıyor. Yalnız önemli bir fark var: Orada tartışılıyor… İşte bizdeki mesele burada...
Bizdeki çözümsüzlüğün ana sebebi, “tartışma” kapısına zamanla bir sürü kilit vurulmuş olmasıdır.