Şimdilerde -şartlar gereği- kimse cesaret edemiyor ama eskiden sorulurdu: Bu ülkede 70-80 bin cami var; şu kadar bin din görevlisi var; Diyanet’e şu kadar bütçe ayrılıyor. Bütün bu insan ve para kaynakları ne işe yarıyor?” diye. Elbette bunların işe yaramadığını söylemek haksızlık olur. Bunu anlatmak için ben hep şunu sormuşumdur: “Ya bu camiler, bu görevliler, bu Diyanet olmasaydı? O zaman ülkemiz ne hale gelirdi? Bir de buradan bakalım.” Sıklıkla tekrar ederim: Cumhuriyet’i kuranların en hayırlı işlerinden biri Tevhid-i Tedrisat Kanunu, diğeri de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıdır. Sebebi gayet açık: Birincisi dinî bilgide birliği, ikincisi de dinî uygulamada birliği sağladı. Her şeye rağmen bugün Türkiye farklı ise sebebi burada. Bu ikisinin olmadığı İslâm ülkelerinin hali ortada.
Yine de yukarıdaki sorular büsbütün haksız değil… Ben de dinî kurumların ülkemize ve insanımıza, hatta dinimize gerektiği kadar hizmet veremediklerini düşünüyorum. Kanaatime göre bunun da asıl sebebi, onların din ve hizmet anlayışıyla günümüz bireyleri ve toplumlarının ihtiyaçları arasındaki uyumsuzluktur. Bazen eleştirilmiş olsam da bunları hep söyledim. Çünkü bu bir hakikattir ve inancımıza göre “hakikat her şeyin üstünde tutulmalıdır” (el-Hakku ya‘lû velâ yu‘lâ aleyhi).
Ne yazık ki İslâm toplumlarının büyük çoğunluğunda umûr-i devlet ve millet, objektif hukuk kurallarından, ahlâk ilkelerinden, kamu menfaatinden ziyade yönetim kadrolarının -doğru da yanlış da olabilecek- sübjektif tavır ve kanaatlerine göre yürütüldüğü için hakikat de bir türlü üste çıkarılamıyor. Fakat Allah evren ve toplum işlerini hakikatin yasalarına bağladığı için, hakikate göre yürütülmeyen işler, eninde sonunda ilgili toplumlara yıkımlar ve acılar olarak dönüyor. Olup bitenlerden anlıyoruz ki, bütün bunlar da en fazla o toplumlardaki yanlış inşa edilmiş bir dinî zihniyetten besleniyor.
***
Şunu da belirtmem gerekir ki bu durum, din eğitimi veren kurumların da ötesinde topyekûn eğitim ve öğretimle ilgili yapısal bir sorunumuzdur. ODTÜ bünyesindeki URAP (University Ranking by Academic Performance - Akademik Performansa Dayalı Üniversite Sıralamaları) adlı oluşumun 2015-2016 raporuna göre en başarılı üç üniversitemizden ODTÜ dünyada 467., İstanbul Üniversitesi 487., İTÜ 508. sırada yer alıyormuş. En başarılı üniversitelerimizin durumu bu ise siz bir de Anadolu’da açılan resmî ve özel üniversite, fakülte ve yüksek okullarının halini düşünün. “Şu şu kurumlara 100 lira bağışlayan benden 100 puan alıp geçer” diyen kim bilir daha kaç bin “hoca”mız var!
***
Neden bu kafadan bir türlü kurtulamıyoruz. Çünkü bulunduğumuz yer bir bataklık… İdeoloji bataklığı… Yönetimler değiştikçe ideolojiler de değiştiği için yetiştirdiğimiz insanlar da o yana bu yana savrulup duruyor.
Bir yanda 28 Şubat sürecinin üniversiteler kısmındaki militanlarından olan, ailelerinin kendisine emanet ettiği bu ülkenin çocuklarına başlarındaki bir metre bez yüzünden üniversite önünde göz yaşı döktüren, kan kusturan, ikna odaları kuran, başı örtülü diye Tıp Fakültesinin son sınıf öğrencisini okuldan attıran bir rektörle kol kola “adalet için” yürüyecek kadar ideolojik körlüğe saplanmış bir zihniyetin lideri; diğer tarafta İlahiyat Ön Lisans, İlâhiyat Lisans Tamamlama (İLİTAM) gibi programlar üzerinden türlü “dinî” yapılanmaları (tıpkı FETÖ’de olduğu gibi) resmî öğretim ve hizmet alanlarına taşıyan veya buna göz yuman, imkân hazırlayan başka bir zihin yapısı… Bu şartlar altında yaz boz tahtası haline gelen bir İlâhiyat eğitimi ve bunun Diyanet’e yansımaları…
Bunları yazdım diye kimse kusura bakmasın; çünkü “hakikat her şeyin üstünde tutulmalıdır” (el-Hakku ya‘lû velâ yu‘lâ aleyhi).