İslâm ve Müslümanlık, sıklıkla birbirinin yerine kullanılırsa da, aslında –bir bakıma- farklı kavramlar bunlar.
İslâm dinî bir yapıdır; temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti, yani farklı derecelerde dinî bağlayıcılığı olan sözleri ve yaşayışıdır.
Müslüman-lık ise bizim İslâm ile kurduğumuz ilişkinin şeklidir. Bu ilişki doğru veya yanlış, güçlü veya zayıf olabilir. Oysa İslâm böyle değildir; onun yanına ayrıştırıcı sıfatlar konulamaz. Söz gelimi Müslüman “ılımlı” veya “radikal” olabilir; fakat bu tür kavramlar asla İslâm’ın sıfatı olamaz.
Bu ayırım doğru yapılmazsa, -dindarlık ile ilgili olanları da dâhil olmak üzere- bugün Müslüman bireylerin ve toplumların sergilediği yığınla yanlış anlayış ve uygulamalar, eylemler İslâm’a mal edilebilir ki, bu vahim bir hatadır.
Ayrıca, bu ayrımı yapmazsak, Müslüman bireylerde ve toplumlarda gördükleri yanlışlara bakarak İslâm’ı eleştirenlere de gerekçe üretmiş oluruz. Nitekim bugün birçok Batılının İslâm’ı yargılamalarının temelinde de aynı kavram karışıklığı var. Oysa yaşanan olumsuzlukların kaynağını İslâm’da değil, onların arkasındaki tarihî, sosyolojik, siyasi, ekonomik, kültürel vs. sebeplerde aramak gerekir.
Demek ki İslâm, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in sahih sünnetinde tanımını bulan objektif gerçekliktir. Müslüman-lık ise Müslüman bireylerin İslâm’la ilgili kendi yorum ve uygulamalarıdır. Buna göre dindarlık, sonuçta vicdanî ve bireysel bir tutumdur. Nitekim hiç kimse zorla dindar yapılamaz.
Ancak bu söylenenler, dindarlığın hiçbir objektif kriterinin olmadığı anlamına da gelmez. Aksine, olgusal olarak mâşeri vicdan, din ile ahlâk arasında bir ilişki görür ve dindarlığını bir şekilde dışa vuranların iyi ahlâklı olmaları gerektiğine hükmeder. Dindar insandan –meselâ- dürüst olmasını bekler; bu noktadaki çelişkiyi yadırgar.
İslâm’ın kaynaklarında da dindarlık ile ahlâk arasında bu ilişki kurulmuştur. Mesela Kur’an’da dindarlığın en görünür ifadesi olan namaz için şöyle denilir:
“Kuşkusuz namaz kişiyi çirkinlik ve kötülüklerden engeller…” (Ankebût 29/45).
Hz. Peygamber de “İslâm güzel ahlâktır” buyurur. Keza bir kimsenin, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmayacağını belirtir.
Buna göre, son zamanlarda yüksek sesle ifade edilen dindarlara yönelik eleştirilerin üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki yıpratma amacı taşımaması şartıyla…
Elbette dindarlığın iman ve ibadetler ile de ilişkisi var. Her şeyden önce inançsız dindarlık olmaz. Ancak ahlâkî kusurların daha çok dikkat çektiğini ve eleştirildiğini görürüz.
Neden?
Çünkü ahlâkın dünyevi ve sosyal boyutu var. Ahlâkî kötülükler çoğu zaman, dinde “kul hakları” adı verilen başkalarının hukukuna zarar verir, onları incitir; kırgınlıklara, ayrışmalara yol açar.
Yukarıdaki hadiste geçen “güzel ahlâk”ın İslâmî kaynaklardaki kapsamı oldukça geniştir: Doğruluk ve dürüstlük, herkesle iyi geçinmek, müsamahalı ve bağışlayıcı olmak, kimseye zarar vermemek, elden geldiğince herkese, hatta canlı cansız her şeye faydalı olmak” gibi...
Bizim dinî kültürümüzde, daha çok da eski tasavvuf ulularının dünyasında gördüğümüz o zengin insânî ve ahlâkî ruhun temelinde işte böyle bir dindarlık anlayışı vardır.
Ne diyordu o ulular:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil (Yunus Emre)
“Cömertlikte akarsu gibi ol
Şefkatte güneş gibi ol
Kusur örtmede gece gibi ol
Öfkede ölü gibi ol
Tevazuda toprak gibi ol
Müsamahada deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol” (Mevlânâ)