Bazı okuyucularım, yazılarımda “olan”ı eleştirirken “olması gerekenler”i anlatmadığımı söylüyorlar. Bu eleştiri haklı; ama kısmen. Çünkü -takip edenler bilirler- “olması gerekenler” hakkında da bazı şeyler yazıyorum. Tabii ki, böyle kişisel ve kısmî öneriler sadece bir farkındalık oluşturulmasına yardımcı olabilir.
Amacımız, kısaca, İslam’ın ana kaynaklarına -tahrife uğratmadan- din ve dünya hayatımızı geliştirip zenginleştirecek şekilde işlerlik kazandırmak” olduğuna göre, bunun bir “usûl”ü, metodolojisi olmalıdır. Eski âlimlerimiz, çağlarının gerçeklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak “usûl-i fıkıh, usûl-i tefsir” gibi isimlerle entegre usûl çalışmaları yapmışlardır. Her alanda durağanlığın hâkim olduğu o zamanlarda dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi İslam toplumlarında da eski usûl, ufak tefek eklemelerle asırlarca ihtiyacı karşılamıştır. Fakat özellikle 16. yüzyıldan itibaren dünya düşüncede, bilim ve teknikte temposu gittikçe artan bir değişim çağına girdi. Bence İslam toplumlarının temel sorunu, –bazı Müslüman entelektüellerin yüzlerce yıldır sürdürdükleri uyarılara rağmen- koyu muhafazakârların popülist direnişleri yüzünden bu değişimi hâlâ yeterince fark edemiyor olmalarıdır. Yazılarımın çoğunda mevcut durumu eleştirmekteki amacım, bu farkındalığın oluşmasına katkıda bulunmaktır.
***
İslam toplumlarında hâlen bu farkındalığın oluşmasını, dolayısıyla din ilimlerinde yeni usûl yahut metodolojinin kurulmasını önleyen üç farklı engelden bahsedilebilir:
1. Koyu laik-seküler düşünce ve uygulama. Bu çevreler, şimdiye kadar olup bitenlere bakarak, Müslüman toplumların yaşadığı bu gerçeklik karşısında tek kurtuluş yolunun dini bireysel hayatla sınırlı tutmak, kamusal alanı her türlü dinî etki ve görüntüden arındırmak istemekte, fırsat buldukça bu isteklerini -bazen zalimane yollarla- uygulamaktadırlar.
2. “Köktenci” denilen Selefî ve koyu muhafazakâr-gelenekçi dinî düşünce. Bunların ikisi de şimdiye kadarki bütün olumsuzlukların dinden uzaklaşmamızın sonucu olduğunu ileri sürmekte; Selefîler, İslâm toplumları için kurtuluşun, dinin aslî kaynaklarının doğru anlaşıldığı ve uygulandığı hicrî birinci asra (Selefin çağına) dönmekte, koyu muhafazakâr-gelenekçiler ise sonraki yüzyıllarda geliştirilen yorum ve uygulamaları sürdürmekte olduğunu savunmaktadır.
3. İslam toplumlarının kurtuluşunu, dinî kaynakları içinde yaşadığımız çağın gerçekleri ışığında yeniden okuyup anlamakta ve bunu sağlayacak yeni bir metodoloji geliştirmekte olduğunu düşünenlerin susmaları / susturulmaları. Bunlar manevî, sosyolojik, kültürel birçok nedenden dolayı birinci görüşü; dünyanın yaşadığı büyük değişimi ve realiteyi göremediği için de ikinci görüşü reddederler. Bu çağın somut siyasi, hukuki, toplumsal, ekonomik… gerçekliklerini, değerlerini vs. olgularını kavrayıp, dinî kaynaklarımızı bunların ışığında yeniden okumak, anlamak ve yaşamak, bunu sağlayacak yeni bir metodoloji geliştirmek gerektiğini düşünürler. Fakat bir kısmı siyasi vs. grupların türlü baskıları yüzünden, çoğu da ahlâkî olmayan hesaplarla bu düşüncelerini topluma anlatmazlar.
Tecrübelerime göre bizim dünyanın en büyük açmazlarından biri, hakikati gören ve bu hususta toplumlarını aydınlatmaları gereken okumuşların, kişi ve grup çıkarlarını hakikat ve erdemden üstün tutmalarıdır.
***
Sonuç olarak, halen İslam ülkelerinin dinî öğretim kurumlarında okutulan ve başarısızlığı yüzlerce yıllık tecrübeyle sabit olan klasik tefsir ve fıkıh usulü gözden geçirilerek yeni bir usûl inşa edilmelidir. Bu ise gazete köşelerindeki yazılarla başarılacak iş değil; uzman din bilginlerinin ve diğer ilgililerin planlı, projeli çalışmalarıyla ulaşılacak bir sonuçtur. Halen din öğretimi veren okullardaki sistem ve metot ise –aksiyonda olmasa bile- zihnen ve fikren Taliban’dan çok da farklı olmayan bir kitle yetiştirecek karakterdedir. Cemaatlerin din öğretimini kuşatmasından kaygılanmamın sebebi de budur. Cemaatlerin ve medreselerin varlığı ve faaliyetleri ise devleti ve hukuku ilgilendirir.