Değişim ve muhafazakârlık” başlıklı son yazımı -epeyce beğenenlerin yanında- eleştiriler de oldu. Biri sizi illa da eleştirecekse mesela “değişim” yerine “tekâmül” deseniz, “o başka alanın terimi” diye itiraz eder; “terakki” deseniz, “İttihatçı ağzı” der. Sanırım yazıyı önyargısız okuyanlar “değişim”, “muhafazakârlık” derken ne kastettiğimi apaçık anlamışladır.
Hep söylediğim gibi, kültürümüzün yaşatmamız gereken nice değerleri yanında -her kültürde olduğu gibi- zamanın icaplarına göre gözden geçirmeye muhtaç sorunları da olacaktır. Mesela Müslüman toplumlar olarak bizim, her yeni fikir, bilgi ve tecrübeden sakınan, din ile en alakasız konuda bile “Din elden gidiyor!” telaşına kapılan, mevcudu sımsıkı muhafazaya eğilimli bir halet-i ruhiyemiz var. Hz. Peygamber, ümmetine “güzel çığır açma” (sünnet-i hasene) diye bir vizyon verdiği halde, ondan birkaç asır sonra, insanın akl-ı seliminin düşünüp bulduğu yenilikler, Müslüman toplumlarda çoğu zaman zararlı yenilik (bid‘at) sayılıp reddedilmiştir. Hatta tıkanmalarda ümmetin önünü açabilecek görüşlerin sahipleri, güya karşı deliller yakıştırılarak, “bid‘at ve dalalet ehli” deyip susturulmuştur. Modern dönemde İslâm dünyasının başına olmadık belalar açan Selefîlik böyle bir kadîm zihniyetin taşıyıcısıdır.
Son yazımdan “kendi kültürümüze saygısızlık” anlamı çıkaranlar da olmuş. İllaki bir cevap olsun diye değil de bunu vesile bilerek arz edeyim ki, saygısızlık ile eleştiri’yi karıştırmamak lazım. Gerektiğinde kendimizi bile eleştiririz. Dinimizdeki tövbe böyle bir şeydir. Eleştiri, eksiğimizi gösterir, bizi değiştirip arıtır. Bakarsanız, eleştiri kültürünü geliştirememiş kişilerin ve toplumların, bu kültüre sahip olanların gerisine düştüklerini görürsünüz. Eleştiriyi saygısızlık sayarsak kendimizi de kültürümüzü de koruyup geliştiremeyiz; erdemli insan, erdemli toplum olamayız. Eski ahlak kitaplarımızda “Kişinin kendi kusurlarını bilmesi” için önerilen yollardan biri de şudur: “Sana kusurlarını söyleyen dostlar edin.” Çünkü “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz.”
***
Son günlerde biraz Tanzimat dönemini okuyorum. Bir tarihçi ve tarih felsefecisi değilim; haddimi aşmak istemem. Ama uzunca bir zamandan beri taşıdığım bir kanaatim bu okumalarımla biraz daha pekişti. O kanaat de şu: Benim gibi epeyce dinî eğitim görenlerin zihinlerine, (zannederim az önce bahsettiğim “bid‘at” anlayışının iliğimize kadar işlemesi sebebiyle) bir değişim ve yenileşme hareketi olarak Tanzimat ve sonrasındaki gelişmelere kategorik bir muhaliflik yerleştirilmiş. Hatta bu mevzuda bizler, o devirlerin İslâmcı ve diğer okumuşlarından daha müsamahasızız. Tuhaftır ki, o döneme dair eserler yazan mütedeyyinleri okurken bu sorunun onlarda daha da baskın olduğunu hissettim.
Oysa bu meseleyi, temel dinî ve kültürel değerlerimizi örselemeden, makul, ilmî esaslar ışığında halletmemiz gerekiyor. Zira değişim olgusunu doğru bir çizgide yoluna koymazsak, insanlar sorunların çözümlerini başka kapılarda aramak zorunda kalırlar veya -son zamanlarda Suudi Arabistan’da işaretlerini gördüğümüz gibi- devlet sopası devreye girer. Bizim Cumhuriyet’in “inkılap” yıllarından itibaren benzer aşırılıklar olmuş; altmış paralık şapka için adam asılmıştı. “İlmî muhtariyeti inkılapların üstünde tutuyor” diye koskoca üniversite kapatılmış, hocalarının yarısı kapının dışına konmuştu. Birçok iyi şeylerin de yapıldığı bu dönemde “Türkçe ezan” gibi sözde değişimlerin en büyük kötülüğü ise toplumsal çatlamayı kalıcı hale getirmesi olmuştur.
Yine de tarihimizi bir tecrübe birikimi bilip ondan yararlanırsak, hislerimizin değil de -Yüce Kitabımızın buyurduğu şekilde- aklın, ahlâkın ve hukukun gösterdiği yoldan gidersek, ülkemizi, hepimizin temel haklarının tanındığı, içinde yaşamaktan mutluluk ve onur duyduğumuz, âleme örnek bir ülke yapabiliriz. Bunu hayal sayanlara, bugünkü AB ülkelerinin, birbirlerinin on milyonlarca insanını öldürmelerinin ardından geldikleri noktayı hatırlatırım.