Bu başlıkta bir mantık çelişkisi var gibi görünüyor ama öyle değil… İlgilenenler bilirler: Worldwatch Enstitüsü adında Washington merkezli uluslararası saygın bir kuruluş var. Ekonomi ve çevre gibi konularla ilgili temel insani sorunlar ve çözümleri üzerine yaptırdığı çalışmalarla tanınıyor. Kuruluş her yıl bugünkü dünya düzeninin ürettiği küresel bir sorunla ilgili yaptırdığı araştırmaları Dünyanın Durumu ana başlığı altında kitaplaştırıyor. Bu kitapların Türkçesi de İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkmaktadır. “Daha az daha çoktur” sözünü, Dünyanın Durumu 2010: Kültürleri Dönüştürmek / Tüketicilikten Sürdürülebilirliğe adlı kitapta yer alan, Cecile Andrews ve Wanda Urbanska’nın yazdığı “İnsanlara daha azın daha çok olduğunu anlamaları için ilham vermek” başlıklı bir makalede okudum.
***
Bahsettiğim makale, dünyada ve özellikle aşırı tüketimin yaygın olduğu zengin toplumlarda bizim dinî-ahlâkî kültürümüzde kanaatkârlık adı verilen, yazarların “gönüllü sadelik” dedikleri bir alışkanlığı geliştirmeyi öneriyor.
Üç türlü sadelikten bahsediliyor: Pratik düzeyde sadelik, kısaca insanların daha az tükettiklerinde daha çok mutlu olacaklarını ve rahat edeceklerini deneyip kavramalarıdır.
Felsefî düzeyde sadelik, insanların neyin gerçekten önemli, neyin önemsiz olduğu üzerine düşünmeleriyle ilgilidir. Araştırmalar, bir noktadan sonra daha çok paranın insanları daha çok mutlu etmediğini göstermiştir. Dolayısıyla gönüllü sadelik aslında bir fedakârlık değil, bir kazançtır. Çünkü “daha az daha çoktur”; yani insanı daha fazla servet değil, malın yetecek kadarı daha çok mutlu etmektedir. Tıpkı atalarımızın dediği gibi: “Çoğu zarar azı karar.”
Nihayet yazarlar “daha az daha çoktur” ilkesinin, bilhassa zengin Batı toplumlarında kamu politikası olarak da savunulması vaktinin çoktan geldiğini belertiyorlar. Kamu politikasının, toplumda daha çok zengin olmak yerine, refah eşitsizliğini azaltmaya öncelik vermesi gerekiyor. Yazarlar, “eşitsizlik stresi”nin, insanların sağlığını bozduğunu ve tüketime teşvik ettiğini gösteren bilimsel araştırmalardan da örnekler veriyorlar. Araştırmalar, refah eşitsizliğinin toplumsal hayat, akıl sağlığı ve dünya barışı üzerindeki yıkıcı etkilerini gösteriyor. Politik hayata hâkim olmuş bulunan “hiper-bireycilik” özel hayata, toplumlara ve iklime zarar vermektedir.
Yazarların söylediklerine şunu da eklemek gerekir ki, bugün Ortadoğu’da yaşanan korkunç gelişmelerin, dramların arkasındaki derin sebeplerin de bu hiper-bireycilik ve onun ürünü olan “yıkıcı büyüme” hırsı olduğu yönünde yaygın bir kanı var. Herhangi bir kontrolsüz güç gibi yıkıcı büyüme de azman bir güçtür ve insanlık bu gücün verdiği hasarları geçmişte lokal düzeyde hep yaşamıştır; birinci dünya savaşı ve sonrasında ise yıkıcı gücün en vahşisine insanlar küresel düzeyde şahit olmaktadır.
***
Bütün bunlardan dolayı günümüz Batı entelektüel çevrelerinde, “sade yaşama”ya ve bunun için bireylerde “büyüme” yerine bir “küçülme” bilinci ve sorumluluğu oluşturmaya çağıran hareketler gelişmektedir. Onlara göre sözü edilen “küçülme” kendine eziyet ya da çile olarak düşünülmemelidir; bu -bir insanın makul bir ölçüden fazlasını yiyerek midesine zararlı bir yük yüklemekten kurtulması gibi- aşırı zenginlik belasından kurtulmaktır.
Dinlerin, gerçek felsefenin ve ahlakın istediği de budur. Mesela ilk Müslüman filozof Yakub b. İshak el-Kindi’nin Üzüntüden Kurtulma Yolları (çev. M. Çağrıcı, T. Diyanet Vakfı Yay.) adlı kitabı “büyüme”nin değil de “küçülme”nin insanı daha çok mutlu edeceği düşüncesiyle yazılmıştı; yani Kindî de ta o zamanlar sanki “Daha az daha çoktur” diyordu: “Anlatıldığına göre Atinalı Sokrat, ‘Üzülmemeyi nasıl başarıyorsun?’ sorusuna, ‘Çünkü kaybettiğim taktirde üzüntüsünü çekeceğim şeye sahip olmuyorum’ cevabını vermiştir.” (s. 81).