Çatışma dili saygı dili

Mustafa Çağrıcı

Üç Aylar’a girmiş bulunuyoruz. Hepimiz için, insanlık için hayırlara vesile olsun.

Dinî ve milli kültürümüzde kutsal zamanlar, insanların ibadetlerinde ve ahlâkî hayatlarında tövbe ve arınma; ruhunu, dilini ve hareketlerini inceltme vesilesi bilinirdi. Elbette hâlâ bu dindarlık anlayışını sürdüren yüce gönüller var. Ama yaşananlar gösteriyor ki, dindarlıkta derinliğimizi kaybettiğimiz modern zamanlarda görsellik ve sloganik tutumlar, kutsal zamanlar hakkındaki telakkilerimizi de hayli yozlaştırmış bulunuyor. Bu tür sapmalar duygu ve düşüncelerden başlıyor, sonra söze ve eyleme dönüşüyor. Nitekim fikirlerimiz sertleşti; öfke ve nefret duygularımız yoğunlaştı. Bir ihtiras, öfke ve nefret çılgınlığının koca bir millete ne büyük zararlar verdiğini, ülkenin uçurumun kenarından döndüğünü gördük.

Onun için eski düşünürler “Öfke yarı deliliktir” derlerdi. Bence günümüz İslâm toplumlarının büyük sorunlarından biri, akıldan ziyade öfkenin yönettiği bir ilişki biçimini rutin haline getirmiş olmalarıdır. Saygı duygumuzu, saygı dilimizi yitiriyoruz.

***

En başta nefsimi kastederek diyorum ki, giderek sertleşen, tehlikeli bir hal alan, bizi nereye çekeceği kestirilemeyen bir ‘çatışma dili’nin girdabına kapılmış bulunuyoruz. Daha çok saldıranlar daha çok okunuyor, daha çok dinleniyor. Şiddet duygularımız, şiddet dilimiz ve şiddet eylemlerimiz artık kutsal zaman, kutsal mekan tanımıyor. Tek kutsalımız nefislerimiz oldu.

Kendi toplumlarında ahlâkî dindarlığı yükseltmek için çırpınan eski âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız, o dönemlerde bilhassa fıkıh ve kelâm uleması arasında yaygın olan “münazara, hilâf, cedel” tarzı tartışma yöntemlerini eleştirirlerdi. Okuduklarımdan çıkardığım sonuca göre Gazâlî bu eleştirileri iki sebepten dolayı yapıyordu: 1- Ulemayı kuşatan itibar arayışı, yaranma sevdası ve rakibini alt edip mahcup duruma düşürmekten duydukları bir tür gurur tatmini; 2- Bu yöntemlerin toplumda bir çatışma dili ve ortamı üretmesi. Oysa çatışma dili kötü ve yanlıştı; çünkü: 1- İslâm’ın ahlâkî ilkelerine aykırı idi. 2- Eninde sonunda topluma zarar getiriyordu. 3- Her türlü olumsuzluğun sorumlusu olarak karşı tarafı gösterip bizi sorumluluktan uzaklaştırıyordu.

***

Kanaatince Osmanlı’dan birinci derecede almamız gereken şey saygı, hoşgörü ve sevgi kültürü olmalıydı. Osmanlılar, seleflerinden devraldıkları bu kültürü, başta medreseler ve tekkeler olmak üzere, resmî ve özel ortamlarda topluma mal ederek, milyonlarca kilometrekarelik ülkede çok çeşitli dinî, etnik ve kültürel kimliğe sahip toplulukları o dönem şartlarında asırlarca birlikte barış içinde yaşattılar.

Bu dinî ve milli kültür ortamında Müslümanlar –söz gelimi- gayrimüslim komşularına kurban eti, aşure vs. ikram ederlerdi. Gayrimüslimler de Müslümanlara saygılarından dolayı Ramazan’da perhiz tutarlar, en azından Müslümanların gözünün önünde yiyip içmezlerdi. Bugün de benzer saygıyı yaşatanların bulunduğu biliyoruz. Bir Ermeni dinî lideri bir defasında bana “Ramazan’da iftara davet edildiğim günlerde Müslümanlarla aynı duyguyu paylaşmak için oruç tutuyorum” demişti. Bir Yahudi dinî lideri de İspanya’da yemek masasından kalkmış, bir yerden bir şey alarak cübbesinin altına saklayıp salondan ayrılmıştı. Merakımı anlayan refakatçisinin söylediğine göre, sakladığı şey bira şişesiymiş. İstanbul müftüsüne karşı saygısızlık olmasın diye odasına çıkıp orada içmiş.

“Diğerine saygı” denilen inceliği hepimiz hepimize karşı gösterebiliriz. Bilirsiniz; Hıristiyan Necran heyeti, ayin yapmak için yer sorduklarında Resûl-i Zişan efendimiz onlara Mescid-i Nebî’yi göstermişti. Bir evi de gösterebilirdi; ama herhalde bunun karşı tarafı inciteceğini düşünmüştür.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (10)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.