Günümüzde İslam toplumları ağır bir ahlak sorunu yaşıyor. Ahlakın bozulması insanın bozulmasıdır. Öyleyse işe bu bozulmayı düzeltmekten başlamalıyız. Bunun için de önce bu hastalığın sebeplerini bulmalı, ‘hastanın hikâyesi’ni en baştan bilmeliyiz.
Diyebilirim ki tarihte Müslümanın başına gelen en büyük musibet, “dindar” kavramının içinden ahlâkî sorumluluğunun boşaltılmış olmasıdır. Başlangıçta böyle bir ayırım yokken, zamanla İslam kültüründe katı bir farz-fazilet, vacip-mendup ayırımı yapılarak farzlar/vacipler dondurulmuş, insan ilişkilerine dair birçok ahlâkî ödev, toplumsal yarara dair birçok sorumluluk farzdan/vacipten çıkarılıp fazilet/mendup içine alınmış, “Olursa iyi ama olmasa da olur” haline getirilmiştir. Bu suretle Müslümanların hayatında dindarlık neredeyse birkaç şeklî ibadete indirgenmiştir. Sonuçta din, zamanla her yerde lafı edilen ama ahlâkî tavırlarda lazım olduğunda ortalıkta görünmeyen, yaşanmaktan çok kullanılan bir araç haline geldi; bu yüzden ulemamız bile kimliksiz, kişiliksiz oldu.
Bu ahlâkî körlük Kur’an’a bakışta bile fark edilir. Mesela İslam kültüründe, Kur’an’ın muhtevasında hangi konuların bulunduğunu tespit mahiyetinde çok sayıda çalışma vardır. Bu çalışmalarda ahlâka dair ayetlerden –görebildiğim kadarıyla- hiç söz edilmemiş, konu tasniflerinde “ahlak” başlığına yer ayrılmamıştır. Oysaki şahsen defalarca tekrarlayarak yaptığım Kur’ân-ı Kerîm taramalarında takriben 1800 ayette (Kur’an’ın 1/4’ünden daha fazlasında) ahlâkî konulara yer verildiğini tespit ettim. Hatta ilk zamanlarda itikad ve ibadet ile ahlak görevleri arasında bir ayırım bile söz konusu değildi.
Ancak, sonradan “Ehl-i sünnet” adı verilen çoğunluk üzerindeki hâkimiyetini gittikçe daha çok güçlendiren zâhirci-lafızcı ulema, itikad-ibadet-ahlak bütünlüğünü ahlak aleyhine bozdu. Ulema, dönemin siyasal çekişmelerinin de etkisiyle, kimi yöneticilerin ahlak dışı davranış ve uygulamalarını görmezden geldiler; ahlak konusuna önem vermeleriyle bilinen Mûtezile âlimlerine karşı çıkma gayretiyle “Amel imandan cüz değildir” tezini savundular. Bu, siyasi-mezhebî destekçiye verilen bir tür ‘endüljans’tı. Ama sonuçta fıkıh ve diğer dinî ilimler karşısında ahlak itibardan düşürüldü.
***
Müslüman toplumlarda erken dönemlerden itibaren temel dinî ilimler tevhid/kelam, fıkıh, tefsir ve hadis şeklinde teşekkül etmiş; bunlara Kur’an ve hadislerin yanında, dış kaynakların da etkisiyle beşinci bir alan olarak tasavvuf eklenmiştir. Sonuçta ortada kalan ahlaka tasavvuf sahip çıkmış; o da kendi genel fikriyatına ve dünya görüşüne uygun olarak tevekkül, teslimiyet, terk ve (insan özgürlüğünün reddi anlamında) kader gibi kavramları –ilk dönemdeki aktivizmin tersine- pasifleştirici anlamlarda yorumlamıştır. Böylece tasavvufun etki alanını genişletmesiyle Peygamber efendimizin ve ilk neslin zihnine ve hayatına hâkim olan dinamik dindarlığın yerini pasif dindarlık almıştır. Bu din yorumu Müslüman toplumların dünyevi hayatını yoksullaştıran, devletin ve toplumun maddi gücünü önemli ölçüde ganimet gelirlerine bağımlı kılan bir zihniyet, ahlak, hayat ve dünya tasavvuru üretmiştir. Zamanla tasavvufun Müslüman toplumların hücrelerine kadar yayılmasına paralel olarak bu pasifleştirici dindarlık tasavvuru bütün Müslüman toplumları kuşatmıştır. Geldiğimiz noktada Müslüman toplumları dünyadaki neredeyse bütün başka toplumlardan ayrıştıran bu tasavvur, adeta bu toplumların ayırıcı/tanımlayıcı temel niteliği haline gelmiştir.
Halbuki Kur’an’da ve Peygamber’in sîretinde insanı özgür ve aktif bir özne olarak gören, onun bireysel enerjisini etkinleştiren, dinin de dünyanın da hakkını verdiren, her ikisini de birey ve toplumun manevi ve maddi hayatını zenginleştirici yönde kullanmasını sağlayan güçlü, gerçekçi, makul bir ahlak öğretisi vardır. Buna uygun olarak en azından ilk üç asırda “ahlakî dindarlık” düşüncesini ve pratiğini besleyici yönde dinamik bir ahlak eğitimi ve yaşayışı oluşturulmuştu.
Sonrasında İslam kaynaklarından ilhamını alan kalıcı ahlak düşünceleri gelişemedi. Gerçi devrin İslam kültürü, tercümeler döneminde (takriben miladi 8.-12. yüzyıllar), Aristo’nun Nichomakos Ahlâkı başta olmak üzere, Grekçe asıllı ahlak kitaplarının Arapça’ya çevrilmesi sayesinde ahlakın teorik kısmıyla tanışabilmiş, bu süreçte teorik ahlak yaklaşık iki asır boyunca dar bir felsefe çevresinde tutunabilmiş ve bir ‘ahlak ilmi’ kurulmuştu. (Sonraki gelişmeleri -kısmetse- gelecek yazımda paylaşalım.)