‘Bizim camia’nın sorunları

Mustafa Çağrıcı

Geçenlerde bir hocamızın başı örtülü kızlar hakkında yazdığı bir yazı basında ve sosyal medyada epeyce tartışma konusu oldu. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim. Ama bu vesileyle bizim camianın iki gerçeğine ya da sorununa değinmek
istiyorum.

***

1. Bizim imam-hatip ve ilâhiyat camiasının eğitim dünyasından gelenlerin tamamına yakınında sorunlu bir saygı anlayışı, anlayışımız, daha doğrusu ahlâkî bir çelişkimiz var. Bizler bir yandan “Haksızlık karşında susan dilsiz şeytandır” diyoruz; Hz. Peygamber’in bir hadisi olan bu cümleyi tabii ki inanarak kullanıyoruz. Ama diğer yandan haksız ve yanlış olduğu apaçık ortada olan herhangi bir konuşma, yazı veya uygulama karşısında bile ilgili kişiye duyduğumuz “saygı”dan, onunla olan duygusal ilişkimizden, ortak aidiyetimizden vb. sebeplerden dolayı ses çıkarmak istemiyoruz, bunun saygısızlık olacağını düşünüyoruz. Ses çıkarmaya yeltenen birine karşı da saygısızlıkla suçlama anlamına gelen tepkiler gösteriyor, hizaya getirici çıkışlarda bulunuyoruz.

Pekiyi, ne olacak? Kapalı kapılar ardında “O yapılan, yazılan yanlıştı” derken bu fikrimizi, bilgimizi toplumla da paylaşma sorumluluğumuz yok mu? Ayrıca hepimizin aslında dost eleştirisine ihtiyacımız yok mu? “Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan çıkar” (Hakikatin kıvılcımı, fikirlerin çatışmasından çıkar) diyenler, tarihte böyle düşünüp böyle yazanlar yanlış mı yapmış?

Eskiden dostlar birbirine “Dost acı söyler” derlerdi. Şimdi ise bizim camiada dostlar birbirine –acıdan vazgeçtik- tatlı bile söylemiyorlar. Hanefîlik içinde İmam-ı Azam’ın en büyük fikir ve fetva muhalifleri, onun en gözde öğrencileri olan İmam Ebû Yusuf, Muhammed eş-Şeybanî ve İmam Züfer idi. Ve üstelik Hanefîlik geleneğinde birçok konuda bu üç “öğrenci”nin görüş ve fetvaları tercih edilip uygulanmıştır. Onlar ve geçmişte onlar gibi binlercesi hocalarına karşı saygısız mıydı?

Esasen İslâm kültüründe dini ilgilendiren konularda çok farklı görüşler olmuş; din içinde çok seslilik “rahmet” olarak telakki edilmiş; bu telakki de insanlara geniş bir ifade özgürlüğü alanı açmıştı. İslâm âlimleri çoğunlukla dini ortak aidiyet alanı olarak görmüşler; bir görüşü, bir mezhebi din olarak değil, görüş veya mezhep olarak korkusuzca savunmuş ya da eleştirmişlerdir. Eserlerinde “Vallâhü a‘lem bi’s-savâb” (doğrusunu en iyi Allah bilir) diyerek, yazdıklarında hata etmiş olabileceklerini büyük bir tevazu ve özgüven içinde ifade etmişlerdir.

***

2. Bizim camianın konumuz bağlamında ikinci sorununun da “kadın”na bakışlarında olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu bizim imam-hatip ve ilâhiyat camiasının önemli bir kısmı yeni dünyada yaşıyor ama eski dünyadaymış gibi düşünüyor; kadına bakış ise bu temel sorunun bir parçasını oluşturuyor.

Sosyal, psikolojik ve iktisadi şartlar pozitif durumlardır; insanın fizyolojisi ve dili gibi kısa veya uzun bir zaman içinde doğal gelişme gösterirler; normatif kurallar da –elbette kendi köklü değerler dünyasından kopmadan- bu gelişmelere göre değişime tabi tutulmak zorundadır. Tutulmazsa yeni realite ile eski zihin arasında çatışma çıkar ve -hiç kuşkumuz olmasın ki- sonunda yeni realite kazanır. Ama değişim ve dönüşümü biz yönetmediğimiz için –Allah korusun- o köklü değerleri kaybetme tehlikesini de yaşarız.

Derin değişim ve dönüşümlerin yaşandığı çağımızda bilginin önemi ve etkisi inanılmaz derece arttı. İlkel beden gücü önemini kaybederken bilgi ve aklın üretip yönettiği aletlerin kullanımı yaygınlaştı ve zenginleşti. Bütün bu gelişmeler, erkekle eşit düzeyde zihinsel donanım ve gelişmişliğe sahip olan kadının da “insan” kimliğini “kadın” kimliğinin önüne geçirdi.

Bizim camia bu basit hakikati neden göremiyor, anlayamıyorum.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (12)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.