Geçen haftaki yazımdan iki cümleyi tekrarlayarak başlayayım: “Her hayırlı alanda gelişme ve yükselme ancak farklı fikir ve projelere özgürlük alanı açmakla olur.” Yanlış olan, “akıl ve vidanın kontrolünden çıkan ihtilaflardır.” En çok işlememiz gereken konulardan biri birey ve özne olmanın değeridir. Aziz Kitabımız “Her bir insan kendi yapıp ettiklerinin rehini, sorumlusudur” der (52/21). Çünkü her insan özgür bireydir, öznedir. Müslüman toplumlardaki çatışmaların ana sebeplerinden biri, özgür birey ve özne yetiştiren bir eğitimin olmayışıdır. Dünyada özgür bireyler yetiştirmede başarılı olmuş toplumlar, kültürel ayrımcılığı sürdürseler de, toplumsal barışta nisbî bir başarı sağlamışlardır.
Bir arada yaşamamız kaderimiz olduğuna göre, birbirimizle kavga edeceğimize, farklılıklarımızı da koruyarak, birlikte barış içinde yaşayalım. Son derece manasız, hatta zararlı kaprislerimizi ve hırçınlıklarımızı yatıştırmamız gerekiyor; çünkü bu duygular büyüyüp olgunlaşmamızı engelliyor. “İdeal” veya başka kelimelerle güya yücelttiğimiz, çoğu anlamsız ve uçuk, öyle oluğu için tarihte de hiç gerçek olmamış hayallerle değil, akıl ve vicdanla davranmayı kendimize ilke edinmek zorundayız.
Millî, dinî ve kültürel değerlerimizi bencilce ve ölçüsüzce kullanmamız yüzünden müştereklerimizi her geçen gün eritiyoruz. Çoğu Müslüman toplumlarda bir buçuk asırdır bu gidişi gören ve siyasetçisiyle, aydınıyla, halkıyla sesinin ulaştığı herkesi uyarmak için çırpınan ilim ve fikir insanları türlü isnat ve ithamlarla susturuldu, susturuluyor. Yine çoğu Müslüman toplumlarda söz meydanı ya kendi insanını çağdışı sayıp onu hayvan haklarına bile layık görmeyen sözde çağdaşlara ya da öfke birikimini “kâfir” sayma tarzı yıkıcı bir dille boşaltan tatminsizlere bırakılmakta. Velhasıl sanki o aziz Peygamber, “Elinizle-dilinizle birbirinize zarar vermeyin” dememiş de bunun tersini buyurmuş gibi bizden farklı olanlara zarar verip incitmeyi bir kültür haline getirmiş bulunuyoruz.
***
Başka toplumlarınki gibi bizim tarihimizde de görürüz ki, aslında siyasal amaçların tetiklediği bahsettiğim türden derin toplumsal ayrılıklarda çoğunlukla –özündeki kutsallık ve tartışılamazlık nedeniyle- din ve dinî duygular, kavramlar, kişiler, kurumlar kullanılmıştır. İslam’da ortaya çıkan ve aradan geçen asırlara rağmen hâlâ devam eden ilk toplumsal ayrışmalarda amacın siyasal liderlik, aracın da din olduğunu hatırlayalım.
Gördüğüm kadarıyla bu ihtilafları toplumlara yayanlar, o günlerin aydınları olan iki tarafın ulemasıdır. Mesela büyük polemikçilerin yetiştiği Nizamiye medreseleri, Şiî iktidar yayılmasına karşı Eş‘arî-Şâfiî renginde Sünnî iktidarı güçlendirip kalıcılığını sağlamak için koyu bir Şâfiî-Eş‘arî bağlısı olan Nizâmülmülk’ün girişimleriyle kurulmuş ve geliştirilmiştir. Bunun Şia tarafındaki mukabilini de o dönemin en güçlü Şiî devleti olan Fâtımîler kurmuştur.
Ortaçağ Batısındaki kadar olmasa bile, Müslüman dünyada da farklı mezheplerin oluşmasında, masum dinî ve ilmî gayeler yanında, siyasal amaçlarla ayrılıkları körükleyip taraftarlar kazanma hırslarının da büyük rolü olmuştur. Sınırlı bilgilerime göre bu gerçeği dürüstlükle en güçlü ifade eden de 11. yüzyıl sonlarında Gazâlî olmuştur. Onun Mîzânü’l-amel adlı ahlak kitabının son birkaç sayfası, bu konuda tam bir düşünce özgürlüğü manifestosudur. Birkaç cümlesi şöyledir:
“Mezheplerin hangisi haktır?” diyecek olursan, deriz ki, … bir anlamıyla mezhep, atanın-dedenin, hocanın ve ülke halkının benimsediği yoldur… Bir insan mesela Mûtezilîlik veya Eş‘arîliğin, Şâfiîk ya da Hanefîliğin yaygın olduğu bir beldede doğmuşsa onda o mezhebe bağlılık oluşur. Bu şekilde insanda kabile taassubuna benzer bir mezhep taassubu kökleşir… Bu taassubun kaynağı ise bir grup insanın halkı peşlerine takmak suretiyle liderlik elde etme hırslarıdır… Öyleyse sakın mezheplere iltifat etme! Gerçeği düşünce yoluyla ara! Rehberinin koluna giren kör gibi olma!.. İYİ BİL Kİ, KURTULUŞ ANCAK BAĞIMSIZLIKTADIR. (Fe-cânibi’l-iltifâte ile’l-mezâhib! Ve’tlubi’l-haḳḳa bi-tarîḳı’n-nazar! Ve-lâ-tekün a‘mâ teḳallede ḳāiden!) Gerçeğe götüren yol sadece şüphelerdir. Çünkü şüphe etmeyen düşünemez; düşünemeyen de körleşip yanlışlara boğulur. Bu duruma düşmekten Allah’a sığınırız.”