Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bid‘at, kültürümüzdeki “İcat çıkarma!” söyleminin karşılığıdır. Hâlâ şunu yeterince kavramış değiliz: Toplumlar “icat çıkararak” gelişmişlerdir.
Bid‘at kelimesi “yenilik” anlamına gelir; aynı anlamda muhdes de kullanılır. Bid‘at konusu, görebildiğim kadarıyla, hemen hiçbir klasik İslâmî kaynakta insanların yararı yönüyle ele alınmamış; tamamen din ile ilişkisi bağlamında, özellikle Sünnet kavramının karşıtı olarak tartışılmıştır.
“Bid’at” Kur’an’da geçmez. Sahih hadislerde ise “Peygamber sonrasında dine yeni inanç ve ibadetler ekleme” anlamında kullanılır. Fakat ilim geleneğimizde “din” kavramının içeriği o kadar genişletildi ki, neredeyse bütün dünya işleri de muâmelât, fitne, sedd-i zerîa gibi kavramlarla dine katıldı. Hz. Peygamber ile ilk üç nesilden gelen veya sonradan üretilip onlara mal edilen rivayetler de “Sünnet” kavramına alındı. Yeni fikir, söz ve uygulamalar ise “bid‘at” ve “muhdes” sayılıp reddedildi.
İlk defa Hz. Ömer teravih namazını cemaatle kıldırmış, bu uygulama için “Ne güzel bir bid‘attir bu!” demişti. Koyu muhafazakârlar, “Ömer Sünnet’e uymadı, bid‘at icat etti” diyemediler; aksi halde “ehl-i bid‘at”ten saydıkları Şîa ile eşitleneceklerdi. “Ömer, bu sözünde bid‘at kelimesini sözlük anlamına kullanmıştır” gibi kaçamak bir gerekçe uydurdular. Bazıları da buna “iyi bid‘at” dediler.
Hicaz coğrafyasında, özellikle Medine’de yaşayanlarca bilinmeyen her masum gelenek ve kültürü, her yeni görüş ve icadı bid‘at sayan; önüne geleni bid’atçi diye aforoz eden ulema çoğunluğu, kendilerini de “Sünnet savunucuları” (nâsıru’s-sünne) saydılar, asırlarca halkı da buna inandırdılar.
Meşhur sufî-âlim Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳûtu’l-Ḳulûb adlı kitabında (I, 286) şöyle bir rivayet anlatır:
(Emevi halifesi) Mervan bayram namazı kıldırırken (üzerinde hutbe okumak için) ilk defa bir minber kullanmıştı. Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî, “…Ey Mervan! Bu bid‘at da neyin nesi!” demiş; Mervan da “Cemaat kalabalık. Onlara sesimi duyurmak istiyorum” diye cevap vermiş. Ebû Saîd ise, “…Bugün senin arkanda namaz kılmayacağım!’ diyerek bayram namazını kılmadan namazgâhı terk etmiş.”
Rivayeti aktaran el-Mekkî, bu tür namazlarda hutbeyi minberde okumanın bid‘at olduğunu söylüyor.
Bid‘at korkusu öylesine zihnini sarmış ki, minberin maddi bir araçtan ibaret olduğunu düşünemiyor.
İşin tuhaf tarafı şu ki, zamanla inanç ve ibadetler alanına çok sayıda bid‘at ve hurafeler eklenmiş, en çok eklemeleri de sufîler yapmışlar; ama ulema çoğunluğu onlara ses çıkarmazken, insanların dünya işlerini kolaylaştıran, hayatlarına rahatlık ve huzur katan yeniliklerle mücadele etmişlerdir.
Müslüman toplumların geri kalmalarının arkasında, “imâtetü’l-bidaʿ ve ihyâu’s-sünne” (bid‘atleri öldürme ve Sünnet’i diriltme) parolasıyla yüzyıllardır her yeniliğe karşı çıkan ulema var. Onlar, Ehl-i Sünnet dışı mezhepleri “bid‘at ve dalalet”le damgalayan bir sürü hadis ürettiler; oysa Hz. Peygamber zamanında bu mezheplerin ne kendileri ne adları vardı. Hatta Ehl-i hadis’ten İbn Hıbbân el-Büstî, Ehl-i Sünnet’in ilk ve en büyük önderlerinden İmam Âzam’ın fetvasının delil kabul edilemeyeceğini yazar. Gerekçesi şöyle: “Çünkü o, ‘büyük günah işleyenlerin durumlarının Allah’a bırakılması’ (ircâ) fikrini savunmuştur. Bid‘ati savunanın fetvası delil olmaz” (el-Mecrûḥîn XVII, 406).
***
Tek bilgi kaynağı medrese, ulema ve hocalar olan Müslüman halkın durumunu düşünün:
Vaiz efendi cami kürsüsünde Âl-i İmrân suresinin 106. ayetinin “Bir gün ki, nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacak…” mealindeki kısmını tefsir ediyor. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın hadis diye aktardığı söylenen bir rivayeti okuyor. Rivayete göre güya Hz. Muhammed (a.s.) şöyle buyurmuş:
“Bu ayetteki ‘Yüzleri ağaracak (cennete girecek) olanlar’, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat; ‘yüzleri kararacak (cehennemi boylayacak) olanlar’ ise bid‘atçilerdir.” Halbuki ayetin devamında ‘yüzleri kararacak olanlar’ın “iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe dönenler” olduğu açıkça belirtiliyor.
Cami cemaati nasıl inanmasın: Ayetin sahibi Allah, hadisin sahibi Hz. Peygamber, kürsüdeki de hoca efendi, âlim... Cemaat nereden bilsin, hadis diye kitaplara geçen bu rivayetin asılsız olduğunu.
İşte Müslüman toplumlara yenilik korkusu ve karşıtlığı böyle aşılandı. Takıyyüddin er-Râsıd’ın İstanbul’da kurduğu tek rasathaneyi, böyle bir halkın gösterileri ve tutuculuğuyla meşhur Şeyhülislâm Kadızâdeli Ahmed Şemseddin’nin fetvası yıktırdı (1580). Matbaanın Avrupa’dan tam 289 yıl sonra İstanbul’a gelmesinin arkasında da, sayısız benzerlerinde de aynı yenilik korkusu ve karşıtlığı vardı.
Dinimizi de dünyamızı da doğru yaşamamız, halen devam eden bu zihniyetten kurtulmamıza bağlı.