Başlıktaki ‘bencilik’ kavramını, “kibir, kendini üstün görme; ‘narsizm’ diye bilinen bir tür ruh hali” olarak anlayabiliriz.
Bu ruh haline ve onun “kendini merkeze alma, şahsi menfaatini önceleme, her şeyi kendi çıkarına göre değerlendirme” şeklinde eyleme yansımasına İslam kaynaklarında ‘enâniyye’ (enaniyet), Batı dillerinde ‘egoism(e)’, yeni Türkçemizde ‘bencillik’ deniliyor.
Bu iptidai bireysel benciliğin yanında, bir de kavmiyetçi, ırkçı; ideolojiye dönüşmüş şekliyle mezhepçi, cemaatçi, partici vb. topluluk taassubu ve ayrımcılığı var.
Böylesi dışlayıcı duygu, düşünce ve uygulamaların hepsini kapsayan ve -deyim yerindeyse- “grup narsizmi” anlamını taşıyan kuşatıcı bir kelime var mı, bilmiyorum; varsa da hatırlayamadım; o nedenle de BİZCİLİK kelimesini yakıştırdım.
Bahsettiğim “grup narsizmi ve fanatizmi” için kullandığım bizcilik kelimesinin Arapçadaki tam karşılığına, elimdeki dijital ortamda kayıtlı binlerce ciltlik İslâmî külliyat içinde sadece 14. yüzyıl tefsir ve astronomi âlimi Nizameddin en-Nisâbûrî’nin Garâibü’l-Kur’ân (Beyrut 1416, s. 674) adlı eserinde rastladım. Burada Nîsâbûrî, Bakara-247. ayeti açıklarken, “bencilik ve bizcilik” kelimelerinin Arapçadaki karşılığı olan “el-enâniyye ve’n-nahniyye” ifadesini kullanmıştır. Anılan ayette, Davud peygamberin gençlik döneminde, İsrail Oğullarının, kendilerine göre düşük seviyede gördükleri Tâlût adlı gencin melik (kral/komutan) olarak görevlendirilmesine itiraz ettikleri anlatılır. Nisâbûrî bu itirazın sebebini, “bencilik (enâniyye) ve bizcilik (nahniyye) perdeleri” onları perdelediği için görevlendirmenin haklılığını kabullenememiş olmalarıyla açıklar.
11. yüzyılın Endülüslü Müslüman âlimi İbn Hazm’e, “İnsanın insandan çektiği acılar, yırtıcı hayvanlardan, zehirli yılanlardan çektiklerinden daha ağırdır” dedirten de, 17. yüzyılın İngiliz filozofu Hobbes’a “İnsan insanın kurdudur” dedirten de insan ferdindeki ve gruplarındaki bu yıkıcı bencilik ve bizcilik duygularıdır. Tarih boyunca dünyayı yangın ve soygun yerine çeviren asıl suçlu hep bu duygular olmuştur, olmaya da devam ediyor. Bu nedenle, 100’lük Amerikan dolarının üstündeki resminden aşina olduğumuz Benjamin Franklin bile -neredeyse kapitalizmin “On Emir”i sayılan meşhur öğütlerin sahibi olmasına rağmen, Marx’a “artık değer” teorisi için Kapital’de keyifle kullanacağı bir malzeme verme pahasına- “Savaş soygunculuktur, ticaret genellikle aldatıcılıktır” (War is robbery, commerce is generally cheating) itirafında bulunmak zorunda kalmıştır.
***
İslam’ın doğduğu Hicaz, dünya coğrafyasında küçük bir bölge olmasına rağmen, İslam öncesinde, hoyrat bizciliğin ve onun ürettiği kıyımların, yağmaların tatbikat alanı gibiydi. Burnu büyük putperest aristokratların yürüttüğü ticaretin nasıl bir zulüm mekanizması ürettiğini M. Watt, Hz. Muhammed Mekke’de adlı kitabında (KURAMER yayını) çok iyi anlatmıştır. Hz. Peygamber, Kur’an’ın ışığında bu bölgede gerçekleştirdiği inkılapla insanlık âlemine aydınlık bir ufuk açtı; Cahiliyenin ayrıştırıcı ve yıkıcı bizciliğini kaynaştırıcı ve yapıcı ‘biz’ bilincine dönüştürdü. Toplumda -Kur’an ve hadislerin gözde tabirleriyle- ülfet (kaynaşma), uhuvvet (kardeşlik), velâ (dostluk), muhabbet/meveddet (sevgi) ve ihsan (iyilik) bağları oluşturdu; komşusu açken tok yatırmayan bir sosyal sorumluluk şuuru geliştirdi.
Şimdiki kimi Müslüman toplumların, yönetimlerin, dinî grupların sergilediklerine bakarak İslam hakkında olumsuz yargıya kapılanlar bilmeliler ki, bugünün Müslüman dünyası, İslam’ın bazı formel kurallarını uyguluyor görünse de, Peygamber’in şahsında somutlaşan -geçen haftaki yazımda bir kesitini sunduğum- kucaklayıcı ahlakı, toplumsal birlik, barış ve paylaşma öğretisini temsil etmemektedir.
Mevcut yanlışları görenlerin yapmaları gereken şey, alandan kaçıp, -dışarıdan ışıltılı görünse de içleri daha da sorunlu olan- başka dünyalara sığınmak değil, ait oldukları dünyayı bencilik ve bizciliğin yıkımından kurtarıp, Kur’an’ın ışıttığı ‘biz’ bilincinin aydınlığına taşımaktır. Doğru kavrayabilirsek, şu Ramazan ruhundan ve oruç ibadetinden bile bu ışığı alabiliriz. Gelişmeler gittikçe daha açık bir biçimde gösteriyor ki, bütünüyle dünyanın böyle bir “yeni İslâmî aydınlanma”ya ihtiyacı var.