Yarın insanoğlu ne düşünecek bilemiyoruz. Ama bugünkü insanlık tecrübesi demokrasiyi, hak ve özgürlüklerin saygı görmesi ve kullanılabilmesine imkân veren, bunu güvence altına alan en iyi veya –söylendiği gibi- daha iyisi bulunamadığı için kötüler içinden en iyi yönetim biçimi olarak görmektedir. Hâlâ “Demokrasi İslâm’a aykırıdır” iddiasını sürdürenlerin çoğunun başları sıkıştığında demokrasinin uygulandığı ülkelere kaçtıklarını, bazılarının da çocuklarını o ülkelerin üniversitelerine gönderdiklerini biliyoruz. Aslında sorun bu fanatikler veya –Meşhur Müslüman filozof Kindî’nin 1200 yıl önce kullandığı tabirle- “din tüccarları” değil. Çünkü bunlar bütün toplumlarda var. Ama zihin dünyaları gelişmiş toplumlarda böylelerine pirim verilmez. Bizim gibi toplumların sorunu ise bunların kolayca müşteri bulabilmeleridir. Bunun da asıl sebebi arızalı eğitimdir.
Oysa birçok Müslüman entelektüelin anlayışına göre dinin nihai amacı da temelde demokrasiden farklı değil. Sonuçta din de insanın ‘ilâhî fıtratı’na değer verilsin; bu fıtratın gereği olan yaşama, inanma, düşünme ve düşündüğünü ifade edebilme gibi doğal veya fıtrî haklarına saygı gösterilsin ister. Din de adalet, eşitlik ve dürüstlük olsun; sosyal ve siyasi konumlarına, aidiyetlerine bakılmaksızın herkesin hakkı hukuku güvencede olsun ister. Hz. Peygamber’in temel İslâmî inanç ve değerleri tebliğ ettiği Mekke dönemi, bir yönüyle bu hakların kazanılması uğruna verilen mücadelenin dönemidir.
***
Şu halde Müslüman aydınların yapmaları gereken şey, popüler dinî retoriğin cazibesine kapılıp suyu tersine akıtmaya uğraşmak, yani uzun insanlık tecrübesinin ürünü olan demokrasi ile kavga etmek yerine, şimdiki uygulandığı şekliyle demokrasinin eksiklerini tamamlama yönünde yeni ve daha saygın fikirler üretmektir.
Zira bugünkü şekliyle demokrasiyi üreten akıl, -Müslüman zihin dünyasına da güçlü eleştirileri olan ünlü düşünür Muhammed Arkoun’un ifadesiyle- “yalnız kendisinden ve egemen kıldığını sandığı ‘hukuk’tan son derece emin olan, oysa maddi ve teknolojik hegemonyası yüzünden ahlâkî bakış açısını tümden geçersiz, eski ve yararsız kılan şu Batılı akıl”dır.
Batı modernizminin ürünü olan bu akıl, bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir ve denetlenebilir somut olguların dışında kalan her türlü inanç ve değerleri yok sayan bir felsefe ürettiği için, ahlâkî olarak pragmatisttir. Bu nedenle de sosyal, siyasi ve kültürel olarak kendi dışındaki dünyayı kendisi için bir yarar nesnesi olarak görmekte; o dünyada olup bitenlere toplamda oryantalizmin penceresinden bakmakta, kendi yararı açısından ilgi göstermektedir.
***
Bu olgu karşısında Müslüman aydınların yapması gereken şey, işte bu akla karşı insanı ve insanlığı metafizik, ahlâkî ve zihinsel boyutlarıyla bir bütün olarak görüp, ahlâkî standardı yüksek bir demokrasi düşüncesi geliştirmektir. Doğru kavranmış bir İslam’ın da buna imkân verdiğinden kesinlikle eminim. Müslümanlar modern demokrasiye böylesine önemli bir katkı yapabilir ve bu katkı için gerekli değerler altyapısını Müslüman kültür birikiminden de yeteri kadar sağlayabilirler.
Bugünkü haliyle İslâm toplumlarının hatta çoğu entelektüellerinin böyle bir idrak ve iradeden uzak oldukları doğrudur. En samimi anlama çabalarını bile suç işleniyormuş gibi sağa sola jurnalleyen bir “ulema” kesiminin revaçta olduğu bir zihniyet ortamında bu düşüncelerin gelişebileceğini ummak saflık gibi görünebilir. Ama bilginin ve düşüncenin yüceliğine inanan her insanın böyle konularda düşünce ve bilgi üretmelerinin, hem insanî hem ahlâkî hatta hem de dinî bakımdan bir sorumluluk olduğunu, insanlar bu sorumluluklarının gereğini yaptıkça başlangıçta hayal olan hedeflere ulaşmanın mümkün olduğunu düşünüyorum.