Ziya Paşa’nın ünlü şiiri Terkib-i Bend’in unutulmaz beyitlerinden biri de, “Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan” olanıdır. “Seng-i kazâ” malum kaza taşları, ızdırap verici dertler demek. Benzer bir söz de, “Hamama giren terler” şeklinde. Yazı yazmayı, hele eleştirel olursa, bu sözlerle ilişkilendirmemek neredeyse imkânsız. Dün de böyleydi, modern zamanlarda da. Fıtratla bağdaşmasa da insan hâlleri değişmiyor.
Son yazılarıma, okur yorumları bir tarafa, muhataplarından akıl ve mantıkla bağdaşmayan tepkiler aldım. Hemen herkes yapıp ettiklerine dair övgü dışında bir değerlendirme beklemiyor. Yapıcı, daha özenli olmaya teşvik edici eleştirileriniz bile düşmanlık olarak görülüyor. Bu durumla karşılaşınca elbette üzülüyor, hayal kırıklığına uğruyor, hatta bağlamı farklı olsa da, İlhan Berk’in ünlü sözü “Yazmak cehennemdir”i hatırlıyor, asıl cehennem yazmamak deyip devam ediyorsunuz.
“Ah! Bir İngilizce öğretebilsek” yazımın muhatabı olan ‘kanun kaçağı’ Sevan Nişanyan, yazıma yorumunda, benim için “Allah, varsa, acil şifa verir umarım” yazmış. Varlığına inanmadığından şifa dilemek şaşkınlığını nasıl izah etmeli?
Asıl rencide edici olanı, Şiir Yıllığı yazılarıma, Yayın Yönetmeni’nden gelen son derece çiğ, dostluğumuzla bağdaşmayan, ‘akıl ve idrak tutulması’ denilebilecek karşılıklar. “Karın şişliğimi giderme”, “ ayıp ve ahlâksızlık etme” ve “yıllıklarını övdüğü için bir yazarı aşağılama” cürümlerini işlemişim. Üstelik şu sözleri söyleyen de başkası değil: “… sanatta, edebiyatta yol almak isteyen bir insanın eleştirilere açık olması gerekir.” (Bu husus ‘üstad’ lar için söz konusu değil demek ki.) Ve “Edep dediğimiz şey insanın insanca davranması, hem kendi haklarına sahip çıkması hem de karşısındakinin haklarını gözetmesi şeklinde bir şey.” (Şair Arif Ay ile söyleşi, Filiz Yavuz, Dört Mevsim Edebiyat, Haziran-Temmuz-Ağustos 2018) Yıllık’ta Dört Mevsim olarak yazılan bu dergi Turhal’da çıkıyor. Turhal’da çıkan dergide böyle söylüyorsunuz, Ankara’da çıkan kendi derginizde “ karnınızın şişini” gideriyorsunuz.
***
Bunları cevap olsun diye yazmıyorum. Söz anlayana söylenir. Bu vesileyle, edebiyatımızın yüzakı Tarık Buğra’nın Türk Edebiyatı ve Türkçe üzerine yazılarının yer aldığı Düşman Kazanmak Sanatı kitabının “Niçin?” başlıklı sunuş yazısına sözü getirmek istiyorum. Buğra’nın tespitleri yukarıdaki ve her devirdeki anlayışsızlıkların içyüzünü ortaya koyuyor. Bugünümüze ışık tutması bakımından hatırlanmasında yarar var düşüncesindeyim. “Niçin?” den bazı alıntılar: “Sık sık tekrarlarım: Bir yazar için anlaşılmamak acı şeydir; ama daha da acısı var: Yanlış anlaşılmak.” (…) “Ve düşüncelerin niçin anlaşılmadığını, niçin bazen bile bile, bazen yürek burkan bir samimiyetle ters yorumlanıp yanlış anlaşıldığını kavramak için, daima rahmet ve minnetle andığım Profesör Mümtaz Turhan’ın ‘Türkiye’de fikir grupları değil, inanç grupları vardır’ sözünü hatırlarım.”
“Demek ki, bu kördüğümü ancak ve ancak dikkatli, uyanık, iyiniyetli, kafaları okuduğunu anlayan ve anlamak için okuyan kafalar, dürüst kafalar -böyle bir kamuoyu- çözebilecektir. Düşünce ile düşüncenin bezirgânlarını ayırt edebilen bir kamuoyu. Ben bu kafalara hep güvendim.”
“Soylu bir edebiyatçı olmanın ilk ve bırakılamaz şartı bağımsız bir kafaya sahip olabilmektir; yani olaylara, meselelere ve insanlara, insani ilişkilerine peşin yargılara saplanmadan, objektif olarak bakabilmektir. Kişiliğine saygı duyan, onurlu okuyucu için de böyledir bu.”
“Böyle bir tutumun -inanç ve çıkar gruplarının ağır bastığı bir ortamda- insana, özellikle de yazarlara düşman kazandırması önlenemez. Dürüstlüğün ve saf düşüncenin bedelidir bu. Ödemeyi göze almalıyız.
“-Allah bilir- bütün alçakgönüllülüğüme, kadir kıymet bilme çabalarıma rağmen kendini beğenmiş sayıldım ve yığınla düşman kazandım. (…) Gerçeği ben, yaşadığım ortamda düşman kazanma sanatı olarak gördüm. Düşünce için, kanaat için düşman kazanmak alınyazısı gibi bir şeydi. Yazarlığım buna göre biçimlendi ve buna göre sürdü. Buna göre de sürecek.”
Benim yazarlığım da “buna göre sürecek” diyerek, bahsi kapatalım.