Necip Fazıl Kısakürek Kültür ve Araştırma Vakfı ve Büyük Doğu Yayınları’nca İstanbul Ümraniye’de Üstad’la ilgili bir müze kurulmuş. Bu münasebetle edebiyat ve fikriyatımızın dev çınarının torunu Şeyma Kısakürek Sönmezocak ile yapılmış bir mülakata Kitabın Ortası dergisinin Temmuz sayısında yer verildi. İtham edici, “Üstad Anlaşılmıyor Değil, Üstad’ı Anlamıyorlar” başlığıyla yayımlanan görüşmede Sönmezocak konu dışı bir beyanda bulunarak “Üstad’ın külliyatı içerisinde üzerinde önemle durduğu meselelerin biri ‘dil meselesi’dir” demiş.
Bu söz bana işaret fişeği oldu. Bir dava adamı olarak, kendi ifadesiyle Türkçemiz “Engizisyon zulmü”ne uğratılırken konuya kayıtsız kalması düşünülemezdi. Bilhassa ‘Güneş Dil Teorisi’ zırvasının hükümferma olduğu 1930’lu yıllarda, dilimize sahip çıkarak pek çok yazı yazmış. Fransızca istilasının yerini henüz İngilizceye bırakmadığı 1939 yılında yazılmış ve 1940 yılında neşredilen Çerçeve kitabına alınmış yazılardan yerimiz nispetinde bir derleme ile sizi baş başa bırakıyorum.
***
“Köprüden kalkan Kadıköy vapurunda, bir havuz üzerindeki sivrisinekler gibi kaynaşan gazete müvezzileri… (dağıtıcıları, satıcıları) Bunlardan biri haykırıyor:
- Maç geldi, Maç, Sinemon, Purvu, Maryon. Uzaktan başka bir ses:
- Konfidans var Konfidans, Illustrasyon,Vü, Dedektif, Vuala! Sağdan soldan birkaç ses:
- Parisuvar, Parisuvar, Parisuvar! Karmakarışık sesler:
- Marikler, Çaytung, Buketo!
Operada tenor, bariton, bas, soprano avaz avaz haykırırken tempo tutan cılız sesler hâlinde birkaç inilti de Türkiye’de çıkan gazete ve mecmua isimlerini geveliyor. Bu sahnenin ne müthiş bir ifadesi olduğunu kavramak için şöyle bir levha tasarlayalım: Mesela Paris’tesiniz ve Fransız müvezziler var kuvvetleriyle Türk gazete ve mecmualarının isimlerini haykırıyor. Ne buyrulur? Değil Fransa’da Türk gazete ve mecmuası, dünyanın hiçbir köşesinde hiçbir yabancı neşir vasıtası; bu kadar hararet, bu kadar muhabbet, bu kadar cüretle satılıp alınamaz. Hatta bir müstemlekede, müstemleke sahibinin eserleri bile bu tarz ve mikyasta (ölçüde) (satışa) sürülemez.
Burada kalemimin öfkesini tutuyorum. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz.
Kabahat kimde, satanda mı? Asla! Alanda mı? Oldukça! Yasak etmeyende mi? Yüzde yüz evet. Hükümetin bu gibi işlerle meşgul olması ve gözünü dört açması gereken fikir ve hassasiyet merkezleri, belli başlı ihtiyaç sahiplerine vesika mukabili abone hakkı vermek şartı ile, bu işporta mal ve müzahrafat (süprüntüler, pislikler) kültür aletlerine kapılarımızı kapatmalı.” (13.6.1939)
“Vaktiyle Fransız Akademyası âzasından bir zat, genç nesiller elinde Fransızcanın günden güne bozulduğunu, köklerini ve kanunlarını kaybettiğini iddia etmiş; bu hadise Fransa’da bir küçük kıyamet doğurmuştu. Ya bizim Türkçemiz? Engizisyon zulmüne uğruyor da kimse aldırış etmiyor. Mekteplerden sarf dersi (dilbilgisi dersi) kalktı kalkalı herhangi bir yanlışı belli etmek için, bir nevi kulak zevkinden başka müracaat edebileceğimiz mahkeme de kalmadı. Sarf ve nahivi (sözdizimi) okutulmayan dil! Benim havsalam (kavrayışım) almaz bunu.
Türkçe, zavallı Türkçe! O her şeyden önce kendi içinde, mevcut ve malum olduğu kadar, özçerçevesi içinde ihanete uğruyor. Dilimizi resmen unutuyoruz. Neredeyse, bir tatlısu frengi edası ile (üç adamlar) diye konuşacağız.
Dilimize bir başka ihanet, münevverler Türkçesinin üçte birini müstemlekeleştirilen Fransızca kelime istilası. Türk anneleri iki çocukta bir, Fransız yavrusu mu doğuruyor? Ne rezalet!” (24.6.1939)
“Filân kelime Arapça, filân Latince, Acemce yahut Rumca (Yunanca) diye bir mesele yoktur. Mesele, muhtaç olduğumuz kelimeleri nerede bulursak hemen benimseyip üzerlerine millî hançere damgasını vurabilmekte. Almancanın Almanca oluşu böyledir. Zaten hangi Batı dili, kafasını Rumcayla, Latinceye ezdirmedi. Yok eğer eskiden yapıldığı gibi, dilimize yabancı dil aşılarını bütün kanunları ve asıllarıyla tatbik edersek lisanımız o lisanın sömürgesi olur.” (24.6.1939)
***
‘Öztürkçecilik ‘sapkınlığının bir tezahürü olarak kelimelere sal, sel ekleri ilavesinin yaygınlaşması üzerine, dilimizi sal’layıp sel’e mahkûm edenlere Üstad’ın tepkisi dört mısra ile olmuş:
Ruhsal, parasal, soyut, boyut,yaşam, eğilim
Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim!
Oysa halis Türk benim,bunlar işgalcilerim
Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.
Dil devrimbazlarının Yeni Türkçesini “kurbağa dili” olarak niteleyen Üstad, bu kültür ihanetine karşı tutumunu ünlü Muhasebe şiirinde de sürdürmüş:
Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.