Prof. Dr. Onur Bilge Kula internetteki biyografisine göre Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yapmaktadır. Edebiyat kuramı, kültürel kimlik, Batı kültüründe oryantalizm ve Türk imgesi araştırma alanlarıymış. Evvelce AK Parti iktidarında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü de yaptığını hatırlıyorum. Bir akademisyen neden bürokrasiye gözünü diker anlayamamışımdır. 17 Mayıs tarihli Cumhuriyet Kitap ekinde Gamze Akdemir’in kendisiyle yaptığı bir söyleşiye yer verilmiş. Akdemir’in bir sorusuna cevabı manidar: “Daha o dönemde (Ortaçağ’da) ‘Sanat özdek ve biçimin özgürleşmesidir; sanatçı tümleyen devindiricidir; sanat kendini yaratan doğaya ikinci bir doğa kazandırır’ demişti.” Bu tanımlama İbn Sina’ya aitmiş! Söz bir hayli fiyakalı (!), fakat İbn Sina’ya uymuyor. İbn Sina’yı Müslüman bir düşünür olarak biliriz ve doğaya yaratıcılık izafe etmesini düşünemeyiz. Söylenen bir yana, söyleme biçimi İbn Sina’ya uzak duruyor. Ve de ‘öztürkçe’ takıntısı ile fikir yanında dil engeli de araya giriyor. İbn Sina’dan geçtik, ifade tarzı bize de hitap etmiyor. Yazımın başlığı yaptığım ‘özdek ve biçimin özgürleşmesi’ size ne söylüyor? Özdek madde demek, anlam olarak cümleye uymuyor. Cümledeki karşılığı içerik olmalı. İçerik ve biçimin özgür olması sanatın asgari şartı olsa da, yeterli olmayabilir. Özgürlük herkesi sanatçı yapmaz. “Tümleyen devindirici” ifadesi ile yazarın söylediği ile okurun anladığı ne kadar örtüşür?
Kula yaratıcılığı doğaya atfetmekle kalmıyor, daha da ileri giderek, söyleşide şunu da söylüyor: “Her şeyi dolayısıyla kutsalı da üreten insan.” Profesörümüz İbn Sina’yı da ‘kutsal üreten’ olarak görüyor demek ki. Gel de “Zahid bizi tan eyleme-Hak ismin okur dilimiz” boşa söylenmemiş diye düşünme.
***
Benzer bir anormallikle de 23 Kasım tarihli gazetemizde yer alan bir haberde karşılaştık. “Tanpınar’ın yazılarında bir Kafka kaydı yok” başlıklı haberin kahramanı eleştirmen Orhan Koçak. Önde gelen eleştirmenlerden olan Koçak Marksizm saplantısından kurtulamamış. Başkalarına bulaşarak adından söz ettirme basitliğine düşmese, inancı kendisine deyip geçeriz. Meşrebine uygun K24 internet sitesinde “Tanpınar ile Kafka: Tekrar mukayeseli edebiyat dolayısıyla” başlıklı yazısında; Tanpınar’ın Almanca bilmediğini ileri sürerek, “Mektuplarında, yazılarında da o yıllardan kalma bir ‘Kafka’ kaydı yoktur” buyurmuş! Bu ne Kafkaesk tutum böyle. Tanpınar’ı itibarsızlaştırma gayretkeşliği ile bunu bir nakısa yani kusur olarak görebiliyor. ‘Batının yeniçerisi’ tabiri bu çarpık bakışa cuk oturmuyor mu? Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk’un konuyla ilgili açıklamasına göre meğer öyle değilmiş. Çoruk, “Orhan Koçak biraz acele etmiş anlaşılan. Tanpınar’ın 19. Asır Edebiyat Tarihi’nin Giriş kısmında Kafka çoktan yerini almış halbuki” demiş. Böylelikle Tanpınar durumu kurtarmışsa da, Koçak’ın içine düştüğü hacalete yani utança ne demeli? Orhan Koçak yazısında yalnızca yanılgıda bulunmuyor, bağımsız kafa yapısına sahip bir eleştirmen olmak yerine, ideolojik bağnazlıkla Tanpınar’ın önemsediği gerçek edebiyatçılara çirkin bir şekilde dil uzatıyor. Benim bu konuya yer vermem, Koçak’ın yanılgısından ziyade, yakışık almayan bu ifade tarzından ötürü. Şöyle diyor: “...Hamdi sadece Claudel’le, Action Français’in faşolarıyla (Maurice Barres, Leon Daudet) ve esas olarak o menfur ikiliyle, Proust-Valery ile boğuşuyordu.” ‘Keskin sirke küpüne zarar’ diyelim ve bu bahsi de kapatalım.
***
Dostum Adnan Tekşen’in kurucusu olduğu Fikir Coğrafyası internet sitesinde ilginç yazılar yazan Alaattin Diker, Almanya’da yaşayan ve Batı ve Türk düşüncesine vâkıf bir entelektüel. 10 Haziran tarihli “Kimse kızmasın, hâlimizi yazdım” başlıklı yazısında Batıda yaşamanın izi diyebileceğimiz bir savrulma ile çok bilinen isimleri bir yabancı gibi yazmış: “İbni Khaldun (İbn Haldun), İbni Tüfeyl (İbn Tufeyl) ve Konfüçyüz (Konfüçyüs).” “Yazarlar ‘dil coğrafyası’nda gezinir” sözünü hatırlatan bir durum. Coğrafyadan uzağa düştüğünüzde dilinizle bağınız da zayıflıyor olsa gerek.