Bu sene gazeteci, siyasetçi ve diplomat Ruşen Eşref’in [Ünaydın] ölümünün 60. yılı. Daha çok döneminin ünlüleriyle yaptığı ve Diyorlar ki adıyla yayımlanan mülakatlarıyla tanınan, Mustafa Kemal ile Çanakkale anıları üzerine bir mülakat yapıp Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat adıyla neşrederek onun tanınmasını sağlayan, böylelikle Cumhuriyet döneminin imtiyazlıları arasına giren bu önemli şahsiyetin güzel bir yazısını paylaşmak istiyorum. ‘Cumhuriyet tornası’ndan geçmeden önce 13 Kânunuevvel (Aralık) 1337 (1921) tarihinde 20 Teşrinievvel (Ekim) 1922 tarihinde Dergâh mecmuasında Hasretler üst, İstanbul Tahayyülü alt başlığıyla neşredilen yazıyı bölmemek için artık eskimiş bazı kelimeleri açıklamadan sütunuma alacağım. Okuduğunu kavrama çabası gösteren ve bunun için gerektiğinde sözlüğe başvuran okurlara yazma bahtiyarlığına erişmek isterim. Ayrıca, yaklaşık bir yıldır okuduğunuz yazılarımda olageldiği üzere, tabir caizse ‘kılçık ayıklamak’ tan bir yazıyla da olsa uzaklaşmak arzusundayım.
Suya Hasret
Bu sabah bu mektubumu zarfa koyacakken durdum… Bugün yine içimi derin bir İstanbul hasreti kavuruyor!.. Bu hasret bende geçen yaz, deniz iştiyakıyla başladı. Gerçi Giresun (lu) bir askerin dediği gibi Ankara ovası ve arkasındaki dağlar insanı bir su sahil (i) hayaliyle oyalayabilir. Fakat ben öyle engin ve çıplak su istiyorum ki… Kanlıca’daki gibi mahsur bir su özlüyorum. Halil Paşa’nın ve Hikmet’in (ünlü eski ressamlarımız) peyzajlarında gördüğümüz durulmuş, hamlaşmış, içinde pembe, vişneçürüğü eski yalılar ve kayıkhane direkleri, ağır, durgun kımıldayan bir su… Bu suyun üstünde hep taze renkli ve rendelenmiş yüzlü küçücük bir deniz hamamı görürdüm. Ayaklarını yosunlar yeni yeni bürüyen bir hamam… Ve mütemadiyen deniz ve tahta kokusu birbirine karışarak içime yayılırdı. Bu kokunun içinde hiç tanımadığım bir İstanbul hanımının kısa haykırışmaları ve gülüşmeleri vardı. Sonra beyaz bir maşlahla o hanım ve arkasında bir zenci kız iskeleden terazileniyor, yaylanıyor gibi geçerlerdi!.. Bunları kendilerinden değil, suda akislerinden seyrederdim… Sonra manolyalar, ‘yaz’ın miladını te’sid eden o şehrayin ağaçları! Katı parlak yapraklar üstünde beyaz birer mum alevi şeklinde goncaları, mısır buğdaylarını hatırlatır çiçekleri ve sütlü kahve renginde geçkinleri hep bir arada yaşayan manolyalar… Onların havayı bürüyen mayhoş, müskir kokularını arardım. Ankara’nın bağları bozulurken bu hayallerin yerine ‘ kebap, kestane kebap! ‘ diye bir ses çıktı. Geceleri İstanbul mahallelerine bütün avdetlerin ve bütün vedaların melalini dolduran yarı dağlı yarı şehirli bir ses… Haftalarca zaman zaman kulağıma hep bu sıla sesi gelirdi.
Eyüp Sultan
Ve bu yokuş, beni bir sel gibi ilk İslam asırlarına doğru çekerdi. Eyüp Sultan’a, İstanbul aşkı dediğimiz heyecanın bu toprakta beliren ilk kutsi timsaline varırdım. Peygamber’in yüzünü görmüş, sesini duymuş, eline elini sürmüş, sancağını omzunda taşımış bu zat İstanbul toprağına ilk İslam kanının kırmızı mührünü canıyla bastı. Saadet asrından beri o toprağı omzuna aldı. Ve İstanbul aşkını Osmanlı tarihiyle değil, İslam tarihiyle yaşattı… Penceresinin ötesinde yükselmiş mübarek merkadiyle penceresinin önünde ağlaya ağlaya dua eden serapa siyah kisveli kadın bana ilk günü ve son gün karşı karşı gösterirdi. Bu sultanın geniş sarığına baktıkça ne ruhani hayallere dalardım. Sandukasının başına dolanan bu sarıkla türbesinin etrafını saran mezarlık arasında bir garip nispet bulurdum. Bana öyle gelirdi ki bu veliler velisi ve âşıklar âşığı zat İstanbul Türk’üne ölüm dakikalarının zorluğunu gideren son tatlı teselli olmuş, oluyor, olacaktır… Bu dünyanın nice anlı şanlı kimseleri servilerin, kırmızı çiçekleri taşlara yığılmışlar. Ve güya alemdarını ‘ruz-ı ceza’ da ‘şefi’ in (dikkatsiz bir ifade) huzuruna çıkarken bir eyyam şu geçici cihanda padişah, şehzade, valide sultan, gazi, vezir, kaptan-ı derya olmuş bu muazzez faniler kafilesi de böyle şimdiki gibi, şu heyetiyle etrafını alacak, didara doğru o hazretin arkasından daha itminanla koşacaklardır…”
Not: Metni bugünkü harflere aktaran Sabahattin Çağın ve Fazıl Gökçek’e teşekkürlerimle… …
Bu yazıda bir örneğini gördüğümüz, ‘Köşe yazarlığı nasıl olmalıdır?’a dair defterimde bir nota rastladım. Bu notu paylaşarak bitireyim: “Etkili bir köşe yazarı olmak için, sade, kıvrak bir kalem, dil ve üsluba sahip olmak gerekir. Kısa ve etkileyici cümleler… Hikâye ağırlıklı, fikirleri de ıskalamayan, sade bir anlatım. Konuyu çok dağıtmadan, gereksiz ayrıntılara da girmeden, toparlayıcı bir düşünme şekli.”