Dilimizin hâl-i pürmelalini yani hüzünlü, acıklı durumunu başlıktaki sözle ifade edebiliriz. Tam bir kısır döngü içindeyiz. Hadi daha geriye gitmeyelim, bin yıllık Türkçe serüvenimize baktığımızda, dilimizin güzel kullanımı konusunda bir arpa boyu yol alamadığımızı söylemek abartılı olmaz sanırım. Bin yıllık serüven derken, Karaman’da kutlanmakta olan dil bayramlarına da esas teşkil eden Karamanoğlu Mehmed Bey’den başlayarak dil serencamımıza dair birkaç satırbaşı verelim.
“Bugünden geru (itibaren) divanda (devlet dairelerinde), dergâhta, bârgâhta (sarayda), mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” 1277 yılında verilen bu emirin belagat sanatı yani iyi konuşma olarak bir önemi olsa da hükmü olmamıştır. Zaten kültürel olmaktan çok, siyasî bir söylemdi. Bilindiği üzere, Anadolu coğrafyasında asıl otoriteyi temsil eden Selçuklu, tarihi boyunca Farsça konuşageldi. Zaman tünelinde biraz daha ilerleyince Âşık Paşa karşımıza çıkıyor. 14. yüzyılın bu önemli şairi Garibname (1330) adlı eserindeki sözleriyle Türkçe’ye gönül verenler arasında seçkin bir yer edinmiştir. “Türk diline kimesne bakmaz idi / Türklere her giz gönül akmaz idi.” Yazıldığı dönem itibariyle bu sözlerin ufuk açıcı olduğu aşikârdır. Bu işaret Osmanlı’da gerçeklik kazanmış, Türkçe edebiyatıyla, halk arasında kullanımıyla yerli yerine oturmuş, tabir caizse Mehmed Bey’in sözü hükmüne kavuşmuştur.
***
Cumhuriyet döneminde Türkçe ne yazık ki Osmanlı karşıtlığı ve medeniyet değişiminin kurbanı olmuş, uygulamalar özellikle din ve dil alanlarında tam bir budamayı doğurmuş, ağaç budar gibi dilimizin dalları olan Arapça ve Farsça kelime ve kavramlar hoyratça kesilmiştir. 1928 yılında Harf Devrimi yapılmış, 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyeti kurulmuş, denilebilir ki, dil konusu dinin önüne geçirilmiştir. Atatürk, Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” kitabı ile ilgili değerlendirmesinde şunları söylüyor: “Dilin millî ve zengin olması, millî duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır.” Türk Dil Kurumu’nun ilkesi haline gelen bu son cümle doğru okunduğu ve uygulama bağlamında değerlendirildiğinde, yabancı dillerden kastedilenin Arapça ve Farsça olduğu, yani dil üzerinden bir din ameliyatının söz konusu olduğu açıktır. Batı dillerine kapının sonuna kadar açılması ile bu ameliyatın dilimizi sağlığına kavuşturması yerine, komaya girmesine yol açtığını her geçen gün biraz daha göz önüne sermektedir.
***
Hamza Zülfikar Türk dili profesörü ve Türk Dil Kurumu’nun önde gelen kişilerinden. Kurumun çıkardığı Türk Dili dergisinin hemen her sayısının yazarlarından, dil üzerine önemli yazılar kaleme alıyor. Derginin Nisan 2018 sayısında Küre, Yuvar ve Otonom Üzerine başlıklı yazısına şu cümlelerle başlıyor: “Türkçe; hiçbir vakit bu kadar keyfi kullanılmamış, bu kadar Batı kökenli kelimelere açık olmamıştı. Her gün Türkçe olmayan bir başka kelime ile karşılaşıyoruz.” Bu cümleler dil konusunda seçilen yolun bir çıkmaz sokak olduğunun delili değil midir? Bu hâl büyük ölçüde kendi kurumunun yapıp ettiklerinin sonucudur denirse yazarımızın cevabı ne olabilir?
Şaşırtıcı bir durum, yazarın soyadı derginin hem İçindekiler’inde hem de yazıda “Züfikar” olarak yer alıyor.