“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin’ dedi.” (Bakara Sûresi, 31. Ayet) Bu ayetten de açıkça anlaşılacağı üzere ad koymanın ilahi menşeli olduğunu söyleyebiliriz. Kaynağında Allah’ın isimleri (Esmau’l-Hüsna) vardır. Üç büyük din İslamiyet, Hristiyanlık ve Museviliğin aynı kaynaktan geldiğini gösteren en önemli işaretlerden biri de başta peygamber isimleri olmak üzere, bu dinlere mensup olanların kullandıkları ‘kutsal kitap’ kaynaklı ortak adlardır. Türkçe ve İngilizce birkaç örnek: Âdem / Adam, Havva / Eva, Meryem / Mary gibi… Yaratılmış olan her varlık isimlendirmek suretiyle tanımlanır ve kök bilgi olarak vahyi esas alır. Kullandığımız adlarda inancımızın ve kültürel kimliğimizin şifreleri gizlidir. Eski Türklerde ad koyma doğumla olmaz, çocuğun bir varlık ortaya koymasıyla olurdu. Neye kabiliyeti varsa, ismine esas teşkil ederdi. ‘İsmiyle müsemma’ tabiri, fizikî yapıyla veya karakterle örtüşen bir ad koyma anlamında olup, sözlükte şöyle tanımlanmakta: “Her isim çocuğun gönlüne ve şuuruna nakşolunmuş bir idealdir. Onun bu ideale erişmesi dileği ile de ismiyle müsemma olsun, inşallah…” denilmekteydi.
“Ad bilimi (onomastik) dil biliminde önemli bir bilgi dalıdır. Kişi adlarından (…) toplumun kültürel kimliğinin teşekkül tarzına ve gelişme merhalelerine dair önemli bilgiler alabiliyoruz. (…) 1930’dan sonraki kişi adlarımız incelense adlarımızdaki Türkleşmenin yanı sıra sekülerleşme, İslâmî adlardan hızla uzaklaşma da açıkça görülür.” (Hayati Develi, Doğan çocuğa ad koymak, Yeni Şafak, 30.8.1999 )
1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu bu konuda ‘bam teli’ niteliğinde olmuştur. Kanunun yürürlüğe girmesiyle yeni nüfus hüviyet cüzdanları uygulaması başlatılmış, meselâ Atatürk’ün ismi cüzdanında “ Kâmal Atatürk “ şeklinde yazılmış. Bu yazımı imzasında da görmekteyiz. İttihat ve Terakki ‘triumvira’sını Cumhuriyet’e uyarlarsak, diğer iki önde gelen isim Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün isimlerindeki “Mustafa” da saklı tutulmuştur. Bu hâl 1930’lardan günümüze bir zihniyet meselesine dönüşerek devam edegelmiştir. Özellikle muhafazakârlık karşıtı olanlar, nüfus kayıtlarındaki dinî karşılığı olan isimlerini adeta yok saymışlardır.
***
Buna dair yok sayılan isimleri parantez içine alarak önce milletvekillerinden birkaç örnek vereyim: (Mustafa) Sezgin Tanrıkulu, (Abdul) Ahat Andican, (Ahmet) Tuncay Özkan, (Fehmi) Alpay Özalan, (Kadri) Enis Berberoğlu. Edebiyatçılardan isim ve soyadı konusunda nüfus kaydını kale almayan birkaç isim: (Mustafa) İlhan Geçer, Barış Atay (Mengüllüoğlu), Metin Celâl (Zeynioğlu) ve şöhret merdiveninin ilk basamaklarında isminin başındaki Ömer’i kullanan, şöhrete kavuşunca, muhtemelen bu isimden müzikte söz sahibi olan bir kesimin hoşlanmayacağını düşünerek, Ömer’siz olmayı tercih eden Zülfü Livaneli. Eskilerden bir başka örnek: Oyun yazarı İbnürrefik Ahmet Nurettin, soyadı olarak Sekizinci adlı eserinin adını almış, Nurettin’i de Nuri yapmış. Günümüzde çevirmen olarak karşımıza çıkan bir isim Arapça yazımdan habersiz yayıncılar tarafından Nurettin Elhüseyni şeklinde yazılmakta. Doğrusu el-Hüseyni.
Ad koyma konusu içinde bulunduğumuz ‘modern zamanlar’da büsbütün kılık değiştirmiş durumda. Türk-İslâm dairesinin dışına çıkma gayreti ile ne idüğü belirsiz isimlerle karşılaşıyoruz. Birkaç örnek: Betin, Nilbar, Erinç, Bige, Canev, Esan, Talin, Tansıl, Eray, Şanıser, Bensu, Derin. Yayınevleri isimleri ise büyük ölçüde ‘yabancılaştı.’ Yabancılaşma sadece isimlerde kalmamakta yayımladıkları eserlerde de kendini göstermektedir. Örnekleyelim: Dex 1, Pegasus, Şomplaksa, Notos, Artos, Thales, Titanik, Baobab, Aram, Arya, Aya, Himalaya, Heteropya, Agora, Habitus. Bir ‘eski zamanlar’ notu ile bitireyim. Bir İngiliz gazeteci Cihan Harbi’nden sonra sırtına giyecek urba bulamayan çocuklara Gazanfer, Muzaffer, Mücahit isimleri verilmesi karşısında; “Savaşı kaybetmiş bu en kötü zamanında çocuklarına bu isimleri veren bir milleti yenemezsiniz” diye yazmış. Nereden nereye!..