Türkiye tarihinde aynı tavır ve davranışı yüz yıldır gözlemliyoruz: Görece fikir özgürlüğü olduğu dönemlerde tüm aktörler içindekileri döküyor, otoriteye karşı söylenebileceklerin sınırı bir hayli yükseliyor. Bu sınır yükseldikçe söylenebilir fikir ve yorumların sayısı ve yoğunluğu da artıyor. Her fikir bir diğerini ve Türkiye gerçeğini hesaba katmadan adeta kendisine özerk bir alan ilan ediyor. Toplumun refahı ve geleceği için hareket ettiklerini iddia eden kanaat önderlerinin söyledikleri, günün sonunda sadece kendi kitlesini konsolide eden, toplumun diğer kesimlerini gözardı eden gelecek fantezilerine dönüşüyor.
Siyasette bulunulan konuma göre hain, faşist, terörist, gerici, kafir, tutucu, statükocu, Türkiye düşmanı vs. gibi hakaret ve hükümler havada uçuşuyor. Tüm bu gerilimin sonunda bütün görüş ve farklılıkları askıya alan bir otorite iktidarı ele geçiriyor ve siyasi polemikler, uçuk siyasi fanteziler bir anda unutuluyor. Yeni bir fikir özgürlüğü ortamı doğana kadar hakim otorite siyasete yön veriyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan ilk özgür seçimlere, yaşanan bütün darbelere ve darbe girişimlerine kadar bu örgü her zaman işledi. Bu kısır döngüyü bir türlü aşamadık ve her seferinde balık hafızalı toplum bir önceki kırılma dönemlerini unuttu.
***
Aynı haleti ruhiyeyi şimdi de yaşıyoruz. Kürt sorunuyla ilgili çok önemli bir aşamaya gelmişken, yine herkes kendi siyasi tabularının etrafında mevzilendi ve karşı tarafı hatta bütün tarafları hainlik, aymazlık ve siyasi ihtirasla suçluyor. Her türlü toplumsal sorunun tartışmasının ancak iktidarı ele geçirmek içi yapıldığı ülkemizde, Kürt sorunu etrafında da iktidar savaşı için yeniden konumlandık.
Sadece kendi kitlesinini günlünü hoş tutmak için, telafisi on yılları alabilecek ya da mümkün olamayacak kırılmalara yol açabilecek, yapıcı olmayan söylemler sağanak gibi yağıyor.
Elbette Türkiye'nin en önemli sorunu olan Kürt sorunu hakkında herkesin fikrini beyan etmesi gerekiyor. Bu makul ve arzulanan bir şey. Ancak fikir beyan eden herkesin yapıcı olmak gibi ahlaki bir sorumluluğu var. Küçük menfaatleri zedelenecek diye Türkiye'yi çözümsüzlüğe mecbur etmeye kimsenin hakkı yok.
***
Siyasetçisinden yazarına, gazetecisinden okuruna ve elbette sosyal medya kullanıcısına, fikir beyan eden herkes, neleri söylersem yasal olarak sorun olmaz ya da beğeni toplarım mativasyonu ile değil, neleri söylersem soruna yapıcı kaktı sağlarım sorumluluğu ile görüş beyan etmek zorundadır.
Sorunun zaten müsebbibi olan sıradanlık ve hamaset çözüm olamaz. Bu ahlaki duruşu sergilemeyecek olanlar, sorunun bir kaç on yıl daha ertelenmesi ve nihayet çözümsüz hale gelmesinden başka katkı sağlamaz.
Türkiye çok önemli bir siyasi meselesini, demokratik yöntemlerle çözmenin eşiğine geldi. Bu eşiği aşabilmek sadece dünyanın gelişmiş demokrasilerinde mümkün olabiliyor. Aslında gelişmiş bir demokratik ülke mi olacağız yoksa üçüncü dünyanın mental batağına saplı mı kalacağız? sınavından geçiyoruz.
Yüzlerce yıl içinde oluşan ve dünyanın da müdahil olduğu büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Bu sorun alışılmışın dışında adımlar atmadan, alışılmamış bir toplumsal cesaret gösterilmeden çözülmez. Almanya'nın eski başbakanı Angela Merkel'in tarihe geçen ünlü sözünü hatırlmakta fayda var.'' Uzlaşma, bütün taraflar eşit oranda memnun olmazsa sağlanır . Uzlaşma mutluluk duygusuyla bağlantılı bir şey değildir''