Seçim ittifaklarını hainlik ve kardeşlik arası geniş bir yelpazede algılamaya hazır kamuoyunda uzlaşma kültüründen bahsetmek, safça bir temenniden ileriye gidemiyor. Ama uzlaşma kültürü siyasetin en fazla ihtiyaç duyduğu bir araç. Ülkemizde nerdeyse hiç kullanmadığımız bu aracı Almanya nasıl kullanıyor ve uzlaşma bu ülkede nasıl kurumlaşabilmiş bir göz atalım.
***
Türkiye’de ortalama bir MHP seçmeni ile ortalama bir HDP seçmeni arasında ne kadar duygusal bağ varsa Almanya’da ortalama bir Yeşiller seçmeni ile ortalama bir AfD seçmeni arasında da o kadar duygusal bağ var. Ortalama bir CDU seçmeni ile Sol Parti arasındaki ilişki de AK Parti Seçmeni ile CHP arasındaki kadar. Kardeş parti olarak seçimlere giren Hıristiyan Demokrat CDU/CSU seçmenlerinin bile kendi arasında din, ülke, özgürlükler vs. konusunda aynı hassasiyetlere sahip olduğundan söz edemeyiz. İktidardaki CDU/CSU ile SPD’nin (Sosyal Demokratlar) kamuoyu baskısıyla hükümet kurdukları hala hafızamızdı. Peki nasıl oluyor da bu denli heterojen yapıya sahip bir seçmen kitlesinden dünyanın hemen hemen en iyi toplumsal konsensüsünü sağlamış bir ülke ortaya çıkıyor?
***
Çünkü Almanlar uzlaşma denilen siyasi aracın, demokrasinin olmazsa olmazı olduğunun bilincinde de ondan. Birbirleriyle ölümcül mücadele eden partilerin Hitler’i ortaya çıkardığını unutmadılar ve bu duruma bir daha düşmeyecek siyasi mekanizmaları da kurdular. Şimdi PKK’yı, FETÖ’yü kollayan, ırkçı cinayetlerin işlendiği, dış politikada canımıza okumaya çalışan bir ülkenin demokrasi kültüründen mi esinleneceğiz diyenleri duyar gibi oluyorum. Başka ülkelerin tarihi, kültürü vs. sevmemiz yada nefret etmemiz için değil anlamamız, kendimiz için faydalı sonuçlar çıkarmamız için var.
***
O kadar da gözümüzde büyütmeyelim. Alman demokrasisi günün sonunda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin dayattığı bir demokrasi diyenler de çok yanlış bir şey söylemiyor. Alman demokrasisinin kurumsal yapısı bir ABD dayatması. Federal hükümete karşı güç dengesi sağlayan Eyalet hükümetleri, Federal Meclisi kontrol eden Eyaletler Meclisi ve bunların üzerinde yürütmeye sık sık müdahale eden Anayasa mahkemesi, ABD’nin ikinci dünya savaşından sonra Almanya’da gücün bir merkezde toplanmasını engellemek için kurduğu yapılar. Elbette buna medya da dahil edilebilir.
***
Ancak Alman siyaseti bu dayatmadan demokratik bir yapı oluşturmayı başarabildi. Gücün bir merkezde toplanmasını engelleyen bu mekanizmalar, siyasi aktörleri uzlaşma ve artı değer üretmeye zorladı. Almanya’da da sanayi tüm dünyada olduğu gibi siyasete etki etmek istiyor. (Berlin’de hükümetin bulunduğu semt, aynı zamanda bir lobi merkezi ve bütün lobi grubları gizli açık burada faaliyet sürdürüyor). Ancak, lobi çevrelerinin sadece merkezi hükümeti değil, eyalet hükümetlerini de ikna etmesi gerekiyor ki, bu da kapı arkası operasyonlarla her zaman mümkün olmuyor. Kaldı ki kantarın topuzunun kaçması durumunda sivil toplum örgütleri de devreye giriyor.
Almanya’da aslında dini, sosyal ve bölgesel farklılıklar tahmin edilenden daha fazla. Siyasi gruplar (kabaca sağ ve sol, buna şimdi aşırı sağ da dahil oldu), dini gruplar (Protestan ve Katolikler), tarihi farklılıklar (Doğu ve Batı) bölgesel farkılılıklar ve öncelikler (Menfaatleri sıkça çatışan eyaletler) gibi farlılıklara rağmen, yıllar içinde oluşan bir uzlaşma kültürü, sorunların toplumsal bir kriz haline gelmeden çözülmesini sağlıyor.
***
Bunu bir örnekle açıklayacak olursak: Federal Meclisin aldığı kararların Eyaletler Meclisinde de onaylanması gerekiyor. Federal Meclis’de çoğunluğu olan hükümet, mecliste yasa çıkartınca sorun çözülmüyor. Eyaletler Meclisi’nde de çoğunluk sahibi olması gerekiyor. Ancak bu çoğu kez mümkün olmuyor. Hatta çok kötümser olarak yorumlarsak bu Almanya’nın sürekli siyasi krizi olarak değerlendirilebilir. Ancak Federal Meclis ve Eyaletler Meclisi’nin aynı kararı vermediği durumlarda devreye her iki meclis üyeleri tarafından kurulan uzlaşma komisyonu giriyor. Bu komisyon da bu zamana kadar sorun teşkil eden yasa tasarılarının ortalama yüzde 95’inde fazlasında uzlaşma sağladı.
***
Sürekli bir tartışma atmosferi yaşayan Almanya’da yine dışardan gözlemleyenlerin kolayca göremediği bir başka dinamik var: Tartışmaların yapıcı olarak sürdürülmesi konusundaki kamuoyu baskısı. Sorunların hamaset ve demagoji ile siyasi ranta çevrilmesi kamuoyu tarafından engelleniyor. Almanya’da hamaset ve demagoji yok demek de yanlış olur. Elbette var. Ve bu zaman zaman Türkiye’de yapılan hamaset ve demagojiden de daha kaliteli yapılıyor. Ancak ciddi sorunlar söz konusu olduğu zaman kamuoyunda çözüm üretilmesi yönünde büyük bir baskı oluşuyor. Son olarak süyük koalisyonun kurulması, kamuoyunun SPD’yi adeta buna zorlaması güzel bir örnek. Yani çok iyi bir gerekçeleri olmadığı müddetçe bütün partiler çözüme katkı sağlamak durumunda. Tekrar altını çizmek istiyorum. Dikkat çekmeye çalıştığım ülkedeki genel teamül. Yoksa bu standarda uymayan bir çok örnek verilebilir.
***
Siyasette pek o kadar olmasa da toplumsal yaşamda ve tartışmalarda nesnelliğe atfedilen önem de Alman kültüründen bahsedilirken, takdir edilmesi gereken bir özellik bana göre. Almanya’da nesnel bir içerik olduğu müddetçe her türlü eleştiri ve uyarı meşru. Bu da tartışmalardan fayda elde etme konusunda büyük katkı sağlıyor. Nesnellik ve yapıcılık yeniliği de beraberinde getiriyor. Siyasette belki bu her zama sağlanamıyor ancak eğitim, sağlık, dijital dönüşüm, dış politika, bürokrasi vs. gibi alanlarda hamaset ve demagoji çok nadiren kendisine alan bulabiliyor.
***
Almanlar belki de tarihin kendilerine dayattığı bir uzlaşma kültüründen en iyisini yapmayı başardı. Gücün tek merkezde toplanmasını engelleyenler, daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına neden oldu belki de. Almanya’nın siyasi yapısı çok güçlü bir liderin ortaya çıkmasını engelliyor. Ama kurumlaşan uzlaşma çok güçlü bir devleti ortaya çıkardı.
NOT: Bu kadar övdün peki Türkiye konusunda neden nesnel değiller sorusunun soranlara: Bu konuyu kültür ve kimlik bağlamında değerlendiriyorum. Evet Almanların kimlik ve kültür konularında kafaları bir hayli karışık. Bu da başka bir yazının konusu olsun.