Ülkeyi 12 Eylül’e götüren şartların; cinayetlerin, provokasyonların, kardeşin kardeşi vurduğu, gencecik canların birbirini kırdığı o hadiselere cuntacıların da zemin hazırladığını bilmeyen halkın önemli bir kısmı 1980 darbesini memnuniyetle karşılamıştı. Planlanarak oluşturulmuş olsa da, akan kan, çekilen silahlar gerçekti. Yani, yıllar sonra “Şartların olgunlaşmasını bekledik” diyen darbeciler, halka ölümü gösterip sıtmaya razı etmişlerdi.
Öyle ki, 650 bin kişinin gözaltına alınması, 230 bin kişinin sıkı yönetim mahkemelerinde yargılanıyor olması, 14 bin kişinin vatandaşlıktan çıkartılması, çocuk yaşta gençlerin asılması, on binlerce insanın işkence görmesi toplumun sadece bir kesimin vicdanını yaralamıştı... Bütün bunlara rağmen darbecilere verilen bu kredi sonsuz olmadı. ‘Bir gecede terörü bitiren ve sokakları güvenli hale getirenler’ olarak seçimlerde de kazanacakları yanılgısına düştüler. Ve halka “Terör ve kaos istemiyorsanız, huzur istiyorsanız oy vereceğiniz parti MDP, siyasi lider ise Turgut Sunalp’tir” dediler. Bakın ne MDP’yi ne de Turgut Sunalp’i hatırlayan var, hafızalardan silindi gitti. Bütün imkansızlıklara, sınırlandırılmış propaganda şartlarına ve siyasal kısıtlamalara rağmen iktidara Özal liderliğindeki ANAP geldi.
Geriye dönüp bakıldığında, o dönem Türkiye’sinin ekonomi ve kültür potansiyelinin bu türden kökten siyasi dalgalanmalara müsait olduğu söylenebilir. Ne ekonomik olarak ne de siyasi olarak, dünya siyasetinde hiçbir etkisi olmayan Türkiye’nin diğer üçüncü dünya ülkelerindeki benzeri bir siyasi kültüre sahip olmasının anlaşılabilir maddi gerekçeleri var. Kitleleri harekete geçirecek ciddi bir muhalefet (bütün siyasi liderlerin yasaklı olduğu bir dönem) olmadığı halde, dahası sıkı yönetimin bütün yıkıcı etkisinin devam ettiği öyle bir dönemde, halk seçimlerde ciddi tepki göstererek, askeri devlet yönetiminden uzaklaştırdı. Yönetime sivil siyaseti getirdi. Asker o yıllardan sonra sivil siyaset üzerindeki vesayetini sürdürdüyse de, toplum giderek ‘sivil siyasete asker müdahalesinin’ zararları konusunda bilinçlendi ve kolektif hafızaya kazındı. Bu muhalif tepki, zaman içinde öncüsü ve önderi olmadan kendiliğinden oluştu. Özal da o yıllarda bu rüzgârı arkasına almayı başardı.
O dönemin koşulları ile bugünün Türkiye’si arasında kıyas edilemez farklılıklar var. En basit hesaplama ile Türkiye’nin 1980 yılındaki nüfusu 44 milyon, gayri safi milli hasılası 79 milyar dolar, ithalatı 7.90 milyar dolar, ihracat ise 2.91 milyardı. 2017 yılına gelindiğinde ise Türkiye’nin nüfusu 80.31 milyon, yine Türkiye’nin gayri safi milli hasılası 851.1 milyar. 233.8 milyar dolar ithalat ve 156.9 milyar dolar da ihracat var. Sadece rakamlar üzerinden paradigma değişimini dahi gözlemlemek mümkün.
Sosyal, ekonomik ve kültürel olarak devasa değişimler yaşanmasına rağmen 1980 sonrası dönemi hatırlatan garip hukuki uygulamalarla hâlâ karşı karşıyayız. Yaşanan bunca siyasi tecrübe ve toplumsal travmaya rağmen, hukuka ideolojik yaklaşım hastalığından maalesef kurtulamadık. Kamu vicdanının yaralanması pahasına hâlâ mantık ve vicdanla bağdaşmayan hukuk uygulamalarına şahit oluyoruz. Bunların azaldığını, bittiğini, hukukun üstünlüğü ilkesinin galip geldiğini düşündüğümüz anlarda ülkemizin hukuk devleti algısına zarar veren yeni bir dalga ile karşı karşıya kalıyoruz.
Liderler feraset sahibidirler, halkın kendilerine yönelttiği teveccühün sınırlı olduğunu bilirler. Ancak iktidar çevresine çöreklenmiş muhterisler genelde bu feraseti göstermekten uzaktır. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir durum değil demokrasi ve hukuk sorunları olan ülkelerin neredeyse tamamında, iktidar çevresine kümelenmiş muhterisler vardır. Bu kişiler kendi menfaatlerini toplumsal menfaatlerinin önünde görür ve bunu da pervasız bir hamasetle korumaya çalışır. Bu kişiler dünyanın her yerinde kraldan çok kralcı olarak tanımlanır. Türkiye son 16 yılda hükümetin demokrasi, hukuk alanında yaptığı reformlar ile bu ülkenin demokrasi rayına oturabileceğini, bu ülkenin hukuk devleti olabileceğini gösterdi. Geçmişteki antidemokratik uygulamaların verdiği zararlar ortada. Yaşanan acılar ortada. Bu ülkenin güzel kazanımları birkaç muhterise, kifayetsize heba edilmemelidir.