Mahut bir süreden beri başımıza örülmek istenen çoraplar, uğradığımız saldırılar ve daha şimdiden ödediğimiz bedellere bakılırsa ‘Devlet’ olma yolunda epey mesafe katettiğimiz anlaşılıyor.
Ne yani, önceden devlet değil miydik, iki bin yıllık bir devlet geleneğimiz yok mu, diyenler olabilir. Başka sorular da sorulabilir şüphesiz.
Ama muarızlarımız için hiçbir şey, kendi sorunlarımızı kendimiz çözmeye başlamamız kadar can sıkıcı değildir ve olmamıştır.
Bir süredir, evet kendi etimize budumuza bakmadan (tavuk muyuz biz?) dünyayı ikiye ayırıyorum; Türkiye ve diğerleri.
Çünkü sahada gördüğümüz şey başka türlü düşünmeme imkân vermiyor.
Suriye, Mısır başta olmak üzere BM Genel Kurul salonu dâhil, bu ayırımı haklı kılacak örnekliklerle geçti/geçiyor zamanlar.
İki kutuplu bir dünyadan söz edilecekse kutuplardan biri Türkiye demek için vazgeçilemez, görmezden gelinemez sebepler var.
İnanılmaz dengesizlikler, günlük savrulmalar yaşıyoruz şüphesiz, ama meşhur soruda olduğu gibi, ‘sor bakalım niçin?’
Bir gün rest çektiğimiz devletle, öbür gün müzakere masasına oturabiliyoruz. Hem tuhaf bir şey bu, hem ilginç. Ve bu nasıl bir ülke sosyolojisidir ki şu veya bu yönde değişen dış politik rüzgârlarına göre,- güneşe bakarak yön değiştiren ayçiçekleri gibi- yön değiştirebiliyor.
Olmaz denilen her şeyin olabildiği, mutlaka olur diye beklenen şeylerin de bir türlü olmadığı bir ülke burası. Burası Türkiye. Ebrulî bir ülke. Burada içiçe geçmiş anlamlar, zamanlar, bakışlar, duruşlar var.
Gerçek, bazan kimsenin inanmadığı şeyin ta kendisidir.
Bu ülke hep zor zamanlardan geçti.
‘Kritik süreç’ her doğan günün manşeti oldu bu topraklarda.
En korkutucu, yıkıcı şey olarak bilinen depremin sözünün bile edilmediği bir ülke burası.
Hiç bir şey yokken bile n’olacak bu ülkenin hâli diye sormadan edemediğimiz, ama bazan da en ağır durumlarda bile ‘düzelir’ deyip önümüze umudu koyduğumuz bir ülke.
Burası Türkiye. Buradan çıkış var.
Bayan Heidi
Gerçek adı neydi hatırlamıyorum. Reklam ajansında işe başladığımda ona Bayan Heidi diye hitab ediliyordu. Elli yaşlarında işine son derece bağlı, yetenekli Alman asıllı sanat direktörü idi. Yirmi yaşlarında iken konsoloslukta görevli eşiyle birlikte İstanbul’a gelmiş, bilahare eşinden ayrıılarak buraya yerleşmişti.
Dört metin yazarı, iki sanat direktörü harıl harıl bir petrol dağıtımı şirketinin rekamlarını hazırlıyorduk. Söz konusu şirket İngilzlere ait olup başımızda da Arthur isimli bir İngiliz asıllı bir direktör var idi.
Bayan Heidi, Athur’dan pek hoşlanmazdı. Çok iyi derecede İngilizce bilmesine rağmen Arthur’a Türkçe hitap eder, onu Türkçe konuşmaya zorlardı. (Oysa, biz Türkler Arthur’la İngilizce anlaşmaya çalışırdık. Bendeniz de otantik Sivas şivesiyle Şekspir aksanını meczetmenin keyfini çıkarmakta idim.)
O günlerde Türkiye ile İngiltere arasında bir milli maç söz konusu idi... Bayan Heidi, Arthur’un da bulunduğu bir ortamda, odasındaki Meryem Ana tablosu önünde istavroz çıkararak Türkiye’nin kazanması için dua etti. Arthur’un bu işe canı sıkılmıştı ama sesini çıkarmadı.
Maç İngiltere’nin lehine 8-0 sona erdiğinde, hem Bayan Heidi hem de biz Türkler, Birinci Cihan Harbi’nin rövanşını kaybetmenin üzüntüsü içindeydik.
Bayan Heidi bu atmosferi biraz olsun dağıtabilmek için hepimizi yemeğe davet etti.
Yemek esnasında: ‘Bayan Heidi, Almanya’yı hiç özlemiyor musun?! diye sordum.
Hüzünlendi.
‘Bir gün grip olup evimden çıkmasam, manavı balıkçısı, bakkalı, kasabı hemen hatırıımı sorar. Ama biliyorum ki bu insanlar bana kazık da atıyorlar. Batı’da ise kimse kolay kolay kazık atamaz, lakin bir yıl evden çıkmasam kimsenin umurunda bile olmaz. İşte bu yüzden Türkiye’yi tercih ediyorum. Varsın kazık atsınlar ama arada bir hatırımı sorsunlar.’
....
Efendim, yoğun bir çalışma sonucu petrol şirketinin reklam kampanyasını hazırladık. Sunum günü hepimiz heyecanlıydık. Kampanya kabul edilirse maaşlarımıza okkalı bir zam yapılacağı aşikardı. Kaybedersek, olacakları düşünmek bile istemiyorduk. Bayan Heidi muhtemel bir olumsuzluğa karşı sık sık istavroz çıkarıyordu. Bu kez futbol maçı için değil, geçim derdi için dua ediyordu ve duasına icabet edileceğinden emindi.
Sonuç: Kampanya reddedildi ve hepimiz kapının önüne konuverdik.
.....
Aradan yirmi yıl kadar geçti. Bir gün Bayan Heidi’yi televizyon ekranında gördüm. Anadolu’yu karış karış dolaşan bir tv ekibi tarafından görüntüleniyordu. Giresun’un bir dağ köyünde köylülerle birlikte kahve içmekteydi. Emekli olduktan sonra çıktığı Karadeniz turunda yolu buraya düşmüş, kalbi hemen ısınmış ve bu şirin köye yerleşmişti.
Röportaj esnasında bir ara gözleri yaşardı.
‘Bu köyde yaşayıp, bu köyde hayata veda edeceğim için çok mutluyum. Ama beni üzen bir şey var. Mezarımın ayrı olmasını istemezdim. Lakin biliyorum ki, töreler gereği ölümümden sonra beni köyün mezarlığına değil de, az öteye defnedecekler.’
...
Seni bu toprağın insanı olarak kabul ediyoruz Bayan Heidi.
Dualarına devam et lütfen.
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ.