Çocukları çok seviyoruz. Bayramı bile var.
Kimse bizim çocukları sevmediğimizi iddia edemez. İstatistiklere bakılırsa çocuk nüfusu yüksek bir toplumuz.
Bütün ajanslar sussa haberi çocuktan alırız.
Yalnız, onları severken kafamız biraz karışık.
Kaç kilo seveceğimizi bir türlü ayarlayamıyoruz. Bazan kantarın topuzunu kaçırıp tonlarca seviyoruz. Bazan da kantarın topuzu bizi kaçırıyor olmalı ki gramla seviyoruz. Sonuçta evlerde bir ‘diktatör’ veya ‘ıssız ada’ oluşuyor ve başlıyoruz mızmızlanmaya.
Geçelim.
Çocuk eğitimi üzerine binlerce makale, yaklaşım, kitap, nasihat, metod dinlemiş, yahut okumuş olabilirsiniz.
Ama nasıl ki her anne/baba biricik ve kendine özeldir, çocuk da öyle. Her çocuğa, her aileye uyan bir “mutlu hayat” şablonu yok.
Bu yüzden ’kitaptaki gibi yaptık ama olmadı’ şeklindeki sızlanmaları anlamam.
Hani bir eğitimcinin dediği gibi, “eskiden çocuk yetiştirme üzerine beş fikrim vardı, şimdi beş çocuğum var hiç fikrim yok”.
Ailelerin çocuk yetiştirme konusunda özel eğilimleri, fikirleri, yaklaşımları olabilir, zaten var ve kimse de karışmıyor. O kadar karışmıyor ki bazı gördüğümüz çocuk tiplerinin nasıl yetiştirilmiş olduğu üzerine derin derin düşünmeden edemiyoruz.
Ama galiba asıl düşünmemiz gereken şey devlet-çocuk ilişkileri.
Devlet çocuğa nasıl bakıyor? Bakmalı mı? Bakmalı ise nasıl bakmalı?
Eğitim, çalışma, oyun, sağlık, istismar, suç, şiddet gibi onlarca başlık çocuklar için nasıl yorumlanıyor? Bu konudaki yasal düzenlemeler yeterli mi, uygulaması ve sonuçları sağlıklı mı? Yoksa çocuğa dönük her istismar karşısında hop oturup hop kalkmak bir ‘uzaylı’ tepkisi mi?
Devletin bir çocuk politikası var mı? Yoksa neden yok?
Çocukları daha da çok severek bu alandaki sorunların bir teki bile çözülebilir mi? Gelip geçti mi zaman? Yoksa bugün mü başlasak daha geç olmadan.
Burun
Şube müdür yardımcısı Kovalev, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da dudaklarıyla “bırr... bırr...” yapmaya başladı. Nedenini kendisi de bilmezdi ama her uyanışında böyle yapardı. Gerindikten sonra masanın üstünde duran küçük aynayı kendisine vermelerini buyurdu. Dünden beri burnunda oluşan sivilceye bakacaktı. Aynayı eline alınca, şaşkınlıkla, burnunun yerinde bir düzlükten başka bir şey olmadığını gördü. Aklı başından giden Kovalev, su getirtti, bir peşkirle gözlerini ovaladı; gerçekten de burnu yoktu. Eliyle bir daha dokundu; sonra, düş falan olmasın diye kolunu çimdikledi; ama, hayır! Galiba gerçekti. Şube müdür yardımcısı Kovalev yatağından atladı, silkindi: burun gene yerinde yoktu. Hemen giysilerini istedi; doğru, merkeze, polis müdürünü görmeye koştu. (...)
Burun- N.V. Gogol
Bip bip bip
Arabayla Boğaz köprüsüne doğru ilerlerken bir yandan da radyodan haberleri dinliyordum. Spiker Meclis’teki bir oturumla ilgili haberleri verirken tartışma çıktığını ve yumruklarla birlikte bazı küfürlerin de havada uçuştuğunu söyledi. Sonra da Meclis’ten ses kayıtlarını nakletmeye başladı.
Hakikaten de bağırıp çağırmalar, homurtular ve haykırışlar duyuluyordu. Derken araya ufak tefek bip sesleri girmeye başladı. Bip bip bip... Acayiptir, bitmek bilmiyordu. “Ya hu amma da küfrediyorlar, ipin ucunu kaçırdılar galiba” diye düşünmeye başlamıştım ki ansızın uyandım: bip sesleri arabanın yakıt uyarı sisteminden geliyordu. Benzinim bitmiş...
Şehitlik ve rütbeler
Şehit ailelerini yakından ilgilendiren bir düzenleme daha yapıldı. Buna göre artık şehit olan bir güvenlik görevlisinin ailesi, şehit olan kişi yaşıyor ve normal rütbe ilerlemesini sürdürüyor gibi maaş alacak.
Biz zaten ‘şehitler ölmez’ ilkesine mensup bir
milletiz. Âlâ...
Şehadet makamının mânâsı ve ruhu ile mütenasip bu uygulamayı düşünenlere teşekkür ediyoruz. Zaten en yüksek rütbeye ulaşan birinin yakınlarından, diğer dünyevî rütbelere ilişkin bir durumun esirgenmesi abes olurdu.