Tuhaflıklar çağında yaşadığımızı düşünenler var.
Tuhaf olan zaman mı, durumlar mı yoksa algı ayarlarımız mı?
Bir yanda hep arayıp da bulamadığından şikayet edenler var, diğer tarafta ise hiç aranmayıp bulunmadığından şikayet edenler. Bu ikisi neden karşılaşmıyor? Biri bulsa, diğeri bulunsa iyi olmaz mı? Belki de olmaz, bilemiyoruz.
Bulan şöyle diyebilir: Aradığım bu değildi.
Yahut bulunandan yeni bir sızlanma işiteceğiz: beni böyle birinin bulması hiç istemediğim bir şeydi.
O yüzden bilemiyoruz, bir şey gerçekleşip gerçekleşmediğinde, bunun iyi ya da kötü, hayırlı ya da hayırsız olup olmadığını.
Güzel olan bu bilememek olabilir. Bilememenin güzelliği. Cehaletten epey farklı bir şey.
Eskiden ne çok duyardım büyüklerin ağzından: “Hayırlıysa olsun, hayırlısı olsun, vardır bunda da bir hayır.”
Şimdilerde ise daha çok şunu duyuyorum: “Olmadı maalesef, olsa iyi olurdu, demek olmadı yazık olmuş...”
Ve sonra o hadis-i şerif gelip bağdaş kuruyor zihnime: “Siz gayba vâkıf olsaydınız, vâki olanı ihtiyar ederdiniz.”
Sorun ya da tuhaflık belki de şurada: Biz artık gerçekten hayırlı olanın peşinde değiliz. Bir şeyi istiyor olmayı yeterli görüyoruz. Mutluluk diye bir şeyin peşindeyiz ve bunun yolunun da istediğimiz bir şeyin gerçekleşmesinden geçtiğini düşünüyoruz. Mutsuzluk denen şeyin ise doğal olarak bunun tersi olduğuna fena halde inanıyoruz.
Böyle düşününce tuhaf olanın tanımı da değişiyor tabii. Hayrı ya da hikmeti önceleyen bir tutumun sahipleri ‘ tuhaf’ karşılanmaya başlıyor ki bu gerçekten tuhaf işte. Bu yüzden içinde yaşadığımız zamanın bir tuhafiyeci dükkânına dönüşüyor olması normal. Böyle bir dükkâna bir kaç fil girmesinde bir hayır vardır diye düşünüyorum.
Ve yine düşünüyorum ki Nietzche’nin o mâlum “ bildiklerimizin tümü hâlen bilinmeyenlerden son derece azdır. Büyük bilgelik ile büyük sığlık aynı çatı altında uyumla yaşayıp gider” sözünü suya karıştırıp o fillere içirmek ve sonra fillerin bunu üzerimize hortumlarıyla püskürtmeleri iyi olurdu. Olmaz mıydı yoksa?
Türk lirası parya mı?
Son yıllarda peşpeşe açılan dev ulaşım projeleri bir açıdan ülkemizin geldiği noktayı gösteriyor, güzel. Bu projelerin açılış törenlerinde yapılan köprü, otoyol ya da denizaltı geçidinin maliyetinden ve öneminden bahsediliyor, bu da güzel.
Ama bir şeyi anlamıyorum; geçiş ücreti açıklanırken dolar veya euro cinsinden bir rakam telaffuz ediliyor ve bunun türk lirası karşılığı deniliyor.
Bu nasıl bir psikolojidir ve tam olarak nedir? Geçiş ücretinin doğrudan türk lirası olarak teaffuzuna mâni olan şey nedir? Küresel para sisteminden talimat mı alıyoruz, yap işlet devret sisteminin ruhu bunu mu gerektiriyor, müteahhit baskısı mı, nedir yani? Maaşları telaffuz ederken neden doğrudan türk lirası telaffuz ediliyor, değil mi ama.
Bu uygulamaya alışamadım, alışmayacağım.