H
er gün milyarlarca insanın kurduğu milyarlarca hayâl.
Gün içinde bu hayâllerin bir kısmı gerçekleşiyor, bir kısmı yerini yeni hayâllere bırakıyor.
Her yaştan, her meşrepten insan hayâl kuruyor.
Devletlerin kurduğu hayâller de var, bazıları çok kanlı biçimde sonlansa da.
Hayâller gerçeklerin gaz hâlidir. İnsan eliyle imal edilmiş hiçbir şey yoktur ki önce o şey hayâl edilmiş olmasın. Hayâl etmeyen insan, bitmiş insandır. Hayâl etmek, ille de gerçeklerden kopmak anlamına gelmez. Tersine, belki de hayâl eden kimse, içinde bulunduğu gerçekliğin künhüne varmış, ve o gerçekliği değiştirme yönünde çaba gösteren bir öncüdür.
Çocukluğun en pırıltılı yönlerinden birisi de sınırsız diyebileceğimiz bir hayâl gücünün varlığıdır. Bu güç, okullarda “hayâl dersi” ile destekleneceğine, zaman içinde çocuğun hayâl gücünün dibine kibrit suyu döken uygulamalarla hebâ edilmektedir. Aşırı gerçek öldürür.
Okullarda bir başka hoş ders “soru dersi” olabilirdi. Çocuklar bu derste yalnızca soru soracak, sorma ve cevaplama yöntemlerine eğilecek, en önemlisi de doğru cevaptan önce doğru soruyu sorma yüksekliğine erişecektir. Memlekette birkaç doğru soru sorulduğunu düşünsenize.
Bilindiği gibi bizde özellikle eğitim, din ve futbol konusunda herkes uzmandır. Madem hayâlden bahsediyoruz, biraz hayâl kuralım: Devlet mesela eğitim konusunda teşvikler verse ve meraklılar kendi hayâlindeki okulunu açıp kafasındaki metodla eğitime başlasa, acaba bu okullardan birinin “ideal okul” olma şansı var mıdır? Yoksa eğitim konusundaki mızmızlanmalar devam eder mi?
Eskimo’nun kurduğu hayâlle, bir Hindu’nun kurduğu hayâller nerede kesişir, ölçebilir miyiz? Yahut bir evanjelistle ateistin zihinsel uzaylarında kaç ortak kilometre taşı olabilir?
Durumun değişeceği yönünde bir umut, yeni olanın elde edilmesi, ilerdeki kendine bir göz kırpma…Şu ya da bu nedenle hayâl kurarız. Hayatta oluşumuzun belirtisi yalnızca rüya görmek değildir; koşmak, su içmek, şarkı söylemek gibi hayâl kurmak da bir hayat belirtisi.
Dünyada en hızlı gözden kaybolan şey: Neşe.
Neşemiz yok, tamam surat asmak hakkımız ama neşenin olmayışı başka bir şey.
Yetmişlerde, sokaklarda gençler birbirini öldürürken bile, yine de siyaset dünyasından yayılan bir iyimserlik, bir umut diyalektiği vardı.
Şimdi? Şimdi ne olduğunu ölçemiyorum.
Hayâlî Küçük Ali
Ne güzel bir isimdi öyle.
Olumluya ağırlık verme yanılgısı
(…) Luzern Festivali çerçevesindeki bir konserde Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi çalındı. Salonu coşku seli kapladı. Dördüncü bölümde, “Neşeye Övgü”de kimilerinden mutluluk gözyaşları aktı. Ne mutlu ki bu senfoni var diye düşündüm. Ama bu doğru mu gerçekten? Dokuzuncu Senfoni olmasa daha mutsuz mu olurduk? Pek değil. Bu senfoni hiç bestelenmemiş olsa kimse eksikliğini çekmezdi. Yönetmene şöyle hiddetli telefonlar yağdıran olmazdı: “Lütfen bu senfoniyi hemen besteletin ve sahneleyin!” Kısacası: Var olan bizim için yok olandan daha önemlidir. Bilim buna olumluya ağırlık verme yanılgısı adını veriyor. (…)
Sonuç: Vuku bulmayan olayları düşünmekte zorluk çekeriz. Olmayan şeyler için gözlerimiz kördür. Savaş olduğunda bunu idrak eder, ama barış varken savaşın yokluğunu düşünmeyiz. Sağlıklıyken, hasta da olabileceğimizin nadiren bilincindeyizdir. Ya da Mayorka’da uçaktan ineriz ve uçağın düşmediğine zerre kadar şaşırmayız. Sadece ara sıra da olsa mevcut olmayanı düşünmeyi başarabilsek herhalde daha huzurlu olurduk. Ama bu çok zorlu bir düşünce işidir. En büyük felsefi soru şudur: Bir şey neden var ve neden sadece hiçbir şey yok değil. Çabucak bir yanıt bulmayı beklemeyin ama bu soru olumluya ağırlık verme yanılgısına karşı faydalı bir yöntemdir. Rolf Dobelli- Hatasız Düşünme Sanatı- Çev.: Itır Arda- NTV yay.
Neleri bilmediğini düşünemezsin.