Geçmiş gün, kahvede oturup sohbet ediyorduk. Arifândan bir üstadımız buyurdular ki “toprağın altında sınır yok, pasaport yok, bayraklar yok, onunçün işinize bakın!.” Kahvede bir sessizlik olmuş, kimse de bir şey dememişti.
Sınırların sınırı yok maşallah. Her şeyde bir hudut, bir ölçü, bir muvazene. Tabii ki bunun endişesini hissedene, yoksa mâlum aynı zamanda bir hadsizlikler dünyasında yaşıyoruz ve ağır sonuçları da ortada.
İsmet Özel’in bir cümlesini okudum iki gün önce. Şöyle diyordu: “Meselâ ‘Sınır Tanımayan Şairler’ olabilir mi? Bu soru ciddi bir soru bence. Tabii bu sorunun cevabı menfî. Yani ‘Sınır Tanımayan Şairler’ olmaz. Neden olmaz? Şiir sadece anadilinde yazılan bir şeydir. Yani bir insanın anadili ne ise ancak o dilde şiir yazabilir.”
“Kendi anadili dışında şiir yazan insanlar yok değil. Ama gerçekten şiir karakteri taşıyan şey o şairin anadilinde yazdığı şey olagelmiştir. O yüzden şiirlerin başka bir dile tercümesi imkânsızdır.”
Özellikle şiirin başka dile tercümesinin imkânsızlığını kesin bir kanaat hâlinde sık duymuşumdur ve herhalde bu böyledir. Lâkin başka türlü ve hiç sınır tanımayan ve belki tercüme de gerektirmeyen duyguların yeryüzü dolaşımı da (zamanî ve mekânî olarak) başka bir gerçeklik değil mi? Yani kim iddia edebilir ki biz Mecnun’un, Romeo’nun yahut Kerem’in duygularını hiç anlamamış olalım. Bütünüyle anlamamız mümkün olmayabilir. Ama basan ‘daha fazla anlamamız/hissetmemiz’ de mümkün galiba.
Dilin hududu vardır, amenna. Bilmediğiniz bir dil karşısında dut ağacının üzerinde olsanız da hiç dut yememiş bir bülbüle dönmek mümkün. Fakat kulağın değil de gözün ‘anladığı’ durumlar için galiba her şey başka biçimde gelişiyor. Gönül diline hiç girmeyelim, çıkamayız.
Kahve sohbetindeki söze gelirsek; işimize bakmıyoruz. İşimize bakmamız gerekiyor. Başımıza ne gelirse işimize bakmamaktan, işimizi iyi yapmamaktan geliyor. Yamuluyorsam lütfen beni düzeltiniz.
Hekimbaşı Sâlih Efendi’ye göre karanfil nasıl koklanır?
İstanbul şehrinin meşhur çiçek ve meyva meraklılarından biri olan merhum, meyve merakını Bezm-i Âem Valide Sultan’a da geçirmiş ve Valide Sultan bu suretle, ne yazık ki artık çoğu unutulmuş 573 cins meyve veren Valide bağını tesis etmiştir.
Güzele meftun olan ecdadımızın en sevdiği çiçekler şüphesiz gül, lale ve karanfildir. Hekimbaşı Salih efendi de bu çiçekleri çok sevmiş ve bin itinayla yeni cinsler yetiştirmiştir. Bunlardan biri İstanbulda “Hekimbaşı gülü” adıyla tanımıştır. Salih Efendi beğenmediği iri yarı karanfillere” pazar pehlivanı “ der, sevdalısı olduğu ender yetişen karanfilleri ise misafirlerinin seyretmelerine müsade eder, lakin elemelerine, hele burunlarına götürüp içlerine çeke çeke koklamalarına pek kızar, “karanfil şahadet parmağı ile orta parmak arasında tutulur ve güzel bir yâr seyredermiş gibi zevkle seyredilir” dermiş.
Zaptiye Divanında reis olduğu sırada bir çiçekçiyi karanfillerini bir mecidiyeye sattığı yani ihtikar yaptığı iddiasıyla yakalayıp huzuruna getirmişler. Salih Efendi çiçekçi kışda kıyamette yetiştirdiği bu kadar güzel karanfili pahalıya değil ucuza sattığı için dört mecidiye ceza vermiş. Beynun Akyavaş-Sultaniyegâh İstanbul- TDV yay.