Biraz kuzeydoğuya çevirdik rotayı haftasonu.
Kars, Ardahan, Hanak, Posof, Ahıska…Ve yollarda tabelalar Gürcistan, Erivan…
Akşam soğuk, keskin bir hava. Ardahan Üniversitesi’nce düzenlenen “Şiir, Şâir ve Âşık Günleri- II”ndeki şair dostları ve gece de bölgenin âşıklarını dinleme fırsatını bulduk.
Üniversite şehrin 7-8 km. dışında kurulmuş.
Rektör Mehmet Biber’in özenli ev sahipliği ve koordinatör Mehmet Kıldıroğlu hocamızın değerli mihmandarlığı ile eşliğinde yavaş yavaş bölgeye intibak etmeye başladık.
Gece yıldızlar altında , yahut yollarda Ali Sali, Ferman Karaçam, Bestami Yazgan, Ahmet Efe, Hasan Akçay, M. Hanefi İspirli gibi dostlarla buluşmak, sohbet etmek, çay içmek, anılara dalmak hoştu.
Bölgenin âşıklarını dinlerken, bu köklü âşık geleneğinin adeta son halkasına şâhitlik ettiğimiz hissine kapıldım. Çocukken ilçeye gelen ve ilgiyle izlenen gecedeki Çukurova’nın bütün âşıklarını hatırladım.
En çok atışmaları ilgi çekerdi. Ardahan’da da öyle oldu. Âşıkların hafif yollu birbirini de taşlayarak yaptıkları atışma sık sık alkışlarla kesildi.
Pasaportsuz sınırı aşıp Ahıska’ya yaptığımız yolculuk sırasında uzun zamandır rastlamadığım soğuklukta ve adı da Soğuk Pınar olan bir pınar başında mola verdik.
Sınırdan hemen sonra geçtiğimiz yerlerdeki eski Rus kamyon görüntülerinden, düzgün kesilmiş taşlardan yapılan binalardan anladım ki artık “başka” bir yerdeyiz.
Nitekim yolları arşınlayıp Ahıska’ya varınca bizi direkt davet eden şehir kalesine duhul ettik.
Muntazam korunmuş, düzenli, temiz, büyücek bir kale idi.
İçinde her yerden gelen gençler, yaşlılar kimseyi rahatsız etmeden sükûnet içinde dolaşıyor, bazı küçük gruplar yanlarında getirdikleri kumanyayı taam ediyordu.
Kalenin dışında ise her nasılsa denk geldiğimiz özel bir şenlik vardı. Genişçe bir meydanın üç yanını çevirmiş küçük standlarda, özel adacıklarda bölgenin hemen bütün coğrafî ve kültürel değerlerini yansıtan ürünler sergileniyor, etkinlikler yapılıyordu.
Bölgede yetişen meyve ve sebzelerden tutunuz, yöresel yemeklere, bizimkinden biraz daha büyük etlerin şişlere takıldığı mangallar, bazı el işçiliği ürünleri, güreş yapan çocuklardan kiremit kıran karatecilere, müzik yapanlardan resim sergileyenlere kadar bir dizi durum ve eylem pastoral bir şenlik havası içinde arz-ı endam ediyordu.
Orada burada folklorik giysileriyle gözüken gençler ve çocuklar, birazdan, meydanın ortasına kurulmuş olan platformda sergileyecekleri oyunların alıştırmalarını son defa gözden geçiriyordu.
Hiçbir resmiyet kırıntısı yoktu meydanda. Tabii bir şenlik görüntüsüydü hepsi. Bizim kaybettiğimiz bir şey de denebilir. Meydandaki yüzleri tek tek inceledim, hepsi gönüllü, hepsi orada olmaktan memnun, hepsi geçici de olsa o ânın sevincini yaşıyordu.
Bahçesinden birkaç kabağı, turpu söküp getiren yaşlı kadın, pişirdiği etleri ikram etmeye çalışan adamlar, pamuk şekerini alıp yüzüne bulaştırmadan yemeye çalışan küçük çocuk… Hepsi de o anıtsal kalenin hemen dibindeki bu küçük meydanda hepsini bir arada tutan ‘bir şey’in etrafında toplanmış, gülüyordular.
Şehrin pazarı denilen yere gittiğimizde de durum farklı değildi. Sâkin insanlar, organik ürünler, mütevekkil bakışlar.
Bazı Ahıska atasözlerini hemen buraya alalım;
Kurdun adı çıhmış, tilki dünyayı yıhmış.
Ölüm bir kara devedür, bir gün senin kapıyan da yıhılur.
İt utansa don geyar.
Bir elinen iki karpuz tutulmaz.
Sorucu ol ki bilici olasın.
Tuzli deniz buz tutmaz.
Yarın ki kazdan bögünki tavuk eydür.
Köşe taşı köşeden düşmez.
Nasıl tanıdık geldi mi?
Dönüş yolunda Erzurum’a girerken şunu düşündüm: Ne çok şey kaybetmişiz, ne çok. Hiç biri de ihale açıp müteahhit eliyle geri getirilemez. Maal ve esef.