Geçtiğimiz hafta İlber Ortaylı bir televizyon programında “şiirle düşünülmez, düşünce nesirle olur” yollu bir cümle sarfetmişti ki şöyle bir kıpırdanma husûle geldi bazı mahfillerde.
Bir çok bakımdan eleştiri ve yanlışlamaya açık bu görüş için hem itiraz, hem de destek cümleleri kuruldu. Büyük şairlerin şiir ve genellikle daha sonra yazdıkları düşüncelerine bakınca kanaatim odur ki şiir düşüncenin önündedir. Bunu görebilmek için biraz şiir okumak bile değil, biraz düşünmek yeter.
Konuyu biraz geniş şekilde ele alan isimlerden biri de şair Celal Fedai oldu. Şiir, kültür, eleştiri merkezli öteden beri dikkat çekici yazılarıyla tanıdığımız Fedai’nin bu konudaki düşüncelerini iktibas etmenin yararlı olacağını düşünüyorum. İktibası son zamanların ilginç sitesi Mücerret’ten yaptım. Okuyalım;
“Türkiye’de etrafını cami ağyarını mani bir düşünce gücünü yalnızca şairlerin gösterebilmiş olması, üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Ama kim düşünecek? Türkiye’de sosyal bilimlerin her biri kendi iç dünyasında dönüp durmaktadır. Akademik kariyer basamaklarının takibi esası üzerine kurulmuştur. Sosyal bilimlerin hangi alanında olursa olsun, yapılacaklar bellidir. Bu çizgide ilerlemeyi kabul eden akademisyenler zaten sınırları çizilmiş bir alanı bir kez de kendileri sınırlayarak iyice daraltırlar. Ele aldıkları meseleye “konu maddesi” olarak bakmak en mantıklısıdır. Öyle de olur…
Somut örnek mi istiyorsunuz?
1995’te Sabahattin Şen’in hazırladığı Türk Aydını ve Kimlik Sorunu derlemesi bu konuda yeterli misal olacaktır. Cemil Oktay’dan Murat Belge’ye, Nedim Gürsel’den Doğan Özlem’e, Salih Özbaran’a kadar elliden fazla ismin yer aldığı bu derlemede mesele, adından da anlaşılacağı üzere çeşitli yönleriyle “Türk aydını”dır. Kimdir bu kişilik? Nasıl bir eğitimden geçmiştir? Derdi nedir? Nasıl bir Türkiye tahayyül etmektedir? Türk milletiyle arasında bir bağ var mıdır? Kurtarıcı mıdır, kurban mıdır? Motivasyonu nedir? Ele aldığı hususlarda hangi irtifada seyreder? Soylu bir düşüncesi, seçkin bir duygusu var mıdır? Bunlar ve daha nice hususları elen bu elliden fazla ismin yazdıklarını tek tek okuyun… Attila İlhan, Can Yücel ve Ece Ayhan ayarındaki bir kavrayışın bu koca koca isimlerin hiçbirinden çıkmadığını göreceksiniz. Aralarında kimi müzisyenlerin, edebiyat eleştirmenlerinin de olduğu isimlerin çoğunluğu siyaset, tarih, sosyoloji gibi alanların bilinen akademisyenleridir. Peki nasıl olmaktadır da sosyal bilimlerin kariyer basamaklarında arzı endam eden bu isimler, andığım şairlerin meseleyi kavrayış ve ifade gücüne erişememektedir? Dikkat edilecek olursa andığımız şairlerin içinde Sezai Karakoç ve İsmet Özel yoktur. Onların varlığı dahil olsa, düşeceği belli olan bu dava, tam bir karikatüre dönüşürdü kuşkusuz. Lakin biz meselemizi kapatmaya varacak bu çabadan geri duralım ve tekrar soralım:
Türkiye’de sosyal bilimlerin namlı isimleri niçin Türk şairlerinin irtifasında seyrüsefer edememektedir?
Sorumuza karşılık olarak şu kaçamak cevap verilebilir: Anılan elliden fazla ismin içinde aydınlar meselesinde olduğu kadar sosyal bilimlerin gayret ettikleri alanlardaki zirve isimlerinden sözgelimi Şerif Mardin, Kemal Karpat, İlber Ortaylı, Halil İnalcık gibi isimler bu derlemede yok. Onlar olsaydı Attila İlhan, Can Yücel ve Ece Ayhan’ın tespitlerinin ötesinde görüşler yer alabilirdi. Hiç sanmıyorum… Bunun için bu dört ismin aydınlar meselesine dair yazdıklarına bakılabilir. Hiçbirinde aydınlarımızın kimliği konusundaki durumlarını izah etmede Attila İlhan’ın şu görüşünün netliğine rastlanamaz: “İngiliz aydını, İngiliz halkından, ancak ‘derece’ itibariyle ‘yüksek’te durur, ‘mahiyetleri’ değişmez: ikisi de Batı’dadırlar, ikisi de Batılı! Türk aydını, Türk halkından, ‘mahiyet’ itibariyle yüksekte duruyor: O, Batı’dadır, Batılı geçinir: Halkı ise Doğu’da, en azından Ortadoğu’da, halk kendi tarihini kendi kültürünü yaşar; aydınlar, ‘sistem’in ona biçtiği, tarih ve kültürü!”. (…)
Türkiye’de sosyal bilimler alanı, yüz küsur yıl önce, modernizmin tanzim ettiği şekilde işlemeye başladı. SSCB’nin dağılması neticesi ivme kazanan postmodern süreç ise bu tanzimi yeniden yaptı. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde yaklaşık iki yüz yıl önce Batı’nın yayılmacılığını kabullenmiş bir bilim dünyası oluşmaya başlamıştı. Bu bilim dünyasının vazifesi, Batı’nın kültürel kodlarının Batı dışı toplumlar için bir hedef haline getirilmesiydi. Türkiye için bu “muassır medeniyet” çizgisi olarak belirlenmişti. Türkiye’de sosyal bilimler alanında uğraş veren kişilerin yüzde doksanı bu basit bilgiden dahi bihaberdir, desek eksik bir şey söylemiş olmayız. Ancak yüzde onluk bir kısım bu bilgiyle mücehhezdir. Onların da büyükçe kısmı bildiğini unutmuş olarak işine bakmayı seçer. Seçmeyen azınlık ise, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Attila İlhan, Ece Ayhan ve Can Yücel gibi şairlerin yanında önünü ilikler zaten. Zira pek güzel bilmektedir ki uğraş verdiği sosyal bilimlerin kabzeden jargonu, sentaksı onu dilsiz ve cesaretsiz bırakmıştır. Dilsiz bırakmıştır çünkü modern ve postmodern süreçlerin Batı’nın kültürel özelliklerini Batı dışı toplumlara bir hedef gibi koyduğunu, düzyazı ile söylemek için çetin bir iştir. Bunu ancak Teoman Duralı gibi şiir yazma cehdinden geri kalmayan biri yapabilir. Cesaret noksanlığı da vardır çünkü şairlerin ödediği bedeli sosyal bilimciler siyasetin çarkına girip darbelerle mahpus olunca ancak anlayabilmektedirler.
Peki neden kaynaklanmaktadır bu?
Türkiye’de şairler, daha Tanzimat döneminde modernleşmenin ne manaya geldiğini çok iyi gördü. İslamcı olmayanlar bile bu anlama karşı mücadele etti. “Müslüman Saati” gibi bir yazının apolitik bir şair olan Ahmet Haşim’in kaleminden çıktığını hatırlayalım ki Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün”ünü hatırlatmaya gerek kalmasın. Müslüman Türk şairi, kendini tarihinin her döneminde dünyayı, fethedemese de kuşatmakla mükellef saymıştır. Bu da ona bir kumandanın kürsüne sahip olma hakkı ve mesuliyetini bahşetmiştir. Oysa Türkiye’de sosyal bilimcilerin kendilerini ölçtüğü terazi, A. Cevdet paşayı dışarıda tutacak olursak, daima Batı’nın asla hassas ölçmeyen kantarıdır. Türk şairi de kuşkusuz Batı’nın şiirinden etkilenmiştir ama bu etkiye verdiği karşılık her zaman aldığından daha fazlasıdır. Bu nedenledir ki bugün dünya şiirinde Sezai Karakoç ve İsmet Özel ayarında bir şair yoktur. Bunu anlamak için dünyada olup bitene itiraz eden bir şairin İngilizler, Almanlar, Fransızlar arasından ya da dünyanın herhangi bir yerinden çıkıp çıkmadığına bir bakın… Kapitalizmin aldığı yeni hal olan küreselleşmeye karşı açık havada bir sirk hayvanı gibi sergilenip hapsedilmeyi göze alan bir Ezra Pound daha var mıdır? Batı, dünyanın her yanını kana bulamaktadır ama buna itiraz eden bir şairi kendi içlerinden çıkmamaktadır. Keyfe batmış bir toplum, ‘Reno’ marka otomobil üretir gibi müteşairler üretir. Dünyada olup bitene itiraz sadece Türkiye’den gelmektedir. Bu manada büyük bir şair varsa elbette Türkiye’de olacaktır.
Peki ifade ettiğimiz şeyler, mazide mi kalmıştır?
Gerçek şu ki maalesef günümüzün şairinin durumu sosyal bilimcilerimize eşlik edecek düzeydedir bugün. Türkiyeli sosyalist şairler, SSCB’ye bağladıkları umutlarının çökmesinden çok önce, dünyayı fethedemeseler de kuşatma iradelerini kaybetmişlerdi. SSCB’nin sosyalizminin Rus emperyalizmi demeye geldiğini görebilenler, yukarıda andığımız İlhan, Yücel ve Ayhan gibi isimlerdi. Türkiyeli İslamcı şairler ise, maalesef Akif, Necip Fazıl, Karakoç, Zarifoğlu ve Özel gibi “fatih”lerin ardı sıra gelmenin anlamını küreselleşme içinde aramaya devam ediyorlar. Postmodern popülizm, basit alicengiz oyunlarıyla, itiraz ettikleri her ne ise vererek iç ediyor onları da. Müslümanca düşünme ve tahayyül etme yükü gene de onların üzerinde. Uzun lafın kısası, bugün sosyal bilimcilerimize yönelttiğimiz eleştirilerin hepsi şairlerimiz için de geçerlidir.
Eğri oturup doğru konuşalım… Cesaretimiz varsa şapkamızı önümüze çıkarıp koyalım. Dünya, zalimlerin keyif sürdükleri bir yerdi çoğu zaman ama şairler ve ilim ehli bu hususta gayretten de geri durmadılar. Her gün zulmün onlarca görüntüsü önümüze konuyor. Şiir buna ne söyleyecektir? İlim adamı ne yazacaktır? Yaşadığımız zamanın ideolojisi olan postmodern popülizm, insanlar alıklaştırıyor. Şair de ilim adamı da alıklaştırılan bu zavallı insanlar karşısında çaresiz… Ancak bu insanlardan önce şair ve ilim adamlarının, bizzat onların, maruz kaldıkları durumu görmeleri ve cesaretle mücadele etmeleri gerekmektedir.Türk şairi ile ilim adamı bir zihinde yaşamıştır tarih boyunca.
İlim adamımız şairdir, şairimiz ilim adamı. Onların ayrışması bizi bu hale düşürdü. Onların birleştiği günler, dileyelim ki daha da geç olmasın…