Artık hayatımızda ne çok şifre var, sayamıyorum.
Bilgisayar açma şifresi, telefon şifresi, e-posta şifresi, sosyal medya hesap şifresi, banka kartlarının şifresi…
Bitmek bilmeyen bir şifreler listesi içinde yaşıyoruz.
Bu kişisel şifreler dışında kamusal şifreler de var: Siyasetin şifreleri, ekonominin, kültürün, diplomasinin, savaşın, durup göğe bakmanın ve daha bir çok şeyin.
Acaba kamusal şifreleri mi önceliyoruz yoksa kişisel şifrelerimizi mi? Şifrelemek yetmiyor, bir de bu şifreleri unutmamak ve kullanabilmek için için korumamız gerekiyor. İster stemez bu uzun şifre listesini bir yere kaydediyoruz.
Ama ya o şifreleri kayıt ettiğimiz yer güvenli değilse! Bir şifre de oraya hemen!
Yine de bitmeyen bir endişe arada sırada bizi yoklar: Ya şifrelerim kaybolursa ne yaparım?
Ne yapabilirsiniz ki? Her şey gibi şifreler de kaybolabilir, şifrelerin şifresi de.
Bu dünya biraz da bulup-kaybetmelerin dünyası değil mi?
Kayıpları bir düşünsenize, şifre nedir ki?
Yakınını kaybedenler, aklını kaybedenler, işini kaybedenler, yönünü kaybedenler!...
İçindeki yönünü kaybetmişsen, dışındaki yönler seni bir yere götürmez.
Bazı şeyler şifrelidir ama kaybolabilir. Her şeyi sonsuza kadar koruyamayız.
Çünkü bizâtihî biz fâniyiz.
Bir süre sonra ‘kaybolacağız.’
Kendimizi şifreleyip ‘koruma’ altına alma düşüncesi olsa bile, bu düşünceyi uygulama şartları yok.
“Her canlı ölümü tadacaktır.”
Bu açık ve kesin ihtara rağmen, o kaçınılmaz kesinlik yokmuş gibi yaşayabilmemiz ne tuhaf.
Öleceğini bilen/düşünen tek canlı insandır.
İnsanın şifreleri var.
Ölümün ve insanlığın da var mı acaba?
Kim o şifrelerin sahibi?
Şifren varsa, bu, deşifre edilebileceğin anlamına gelir. Hazır mısın deşifreye?
Toplantı çağı
Bitmeyen bir toplantı zincirinin içinde yaşıyoruz. Bu konuda kamu ile özel sektör yarışıyor. Bazan konusuz ziyaretlerle (sadece ziyaretler) geçen saatlere şâhit oluyoruz.
Böyle olunca şu soruyu sormadan edemedim kendime: Acaba iş yapılan saatlerin toplamı mı daha çok, yoksa toplantı yapılan saatlerin toplamı mı?
Bir sabah
Bazen, Calvino kafayı yöntemlere takardı;
“Aynı şeyle pek çok şekilde ilgileniyorum.”
Başka bir zaman, kafayı şeylere takardı:
“Aynı şeyle pek çok şekilde ilgileniyorum.”
Kimi zamansa, kafası karmakarışık olurdu:
“Aynı zamanda, pek çok şeyle pek çok şekilde ilgileniyorum.”
Bugün tembel uyanmıştı:
“Hiçbir şeyle ilgilenmiyorum, ama bunu da birçok değişik şekilde yapıyorum.
Okumuyordu, yazmıyordu, düşünmüyordu, hikâyeler anlatmıyordu, dünyadaki şeyler arasında zihinsel kombinasyonlar kurmuyordu. Oturuyordu, ayakkabılarına bakıyordu, başını kaşıyordu, kanapeye uzanıyordu –önce dertop olarak, sonra sere serpe başı bir o tarafta, bir bu tarafta, sırtüstü, sonra yüzükoyun- yerinden kalkıyor, mutfağa yöneliyordu, bir bardak su içiyordu, pencereden bakıyordu, hava durumunu gözlemliyordu, pencereyi açıyor, elini dışarı çıkararak soğuğun derecesini ölçüyor, rüzgârı hissediyor, pencereyi kapatıyordu, bir çekmecenin anahtarını çeviriyor, gömleğinin bir düğmesini açıyordu, salona geri dönayordu ve eşi benzeri görülmemiş bir uyuşukluğu deneyimleme kararıyla yeniden kahapeye oturuyordu. Gonçalo M. Tavares- Beyefendiler- Çev.: İpek Gürsoy Kutluyüksel- Kırmızı Kedi yay. (Önceki makalemde alıntılanan, aynı yazara ait iki kısa öykünün kaynağı sehven unutulmuştur. Belirtir ve bu eksikliği düzeltirim.)