Doğum, düğün ve cenaze merasimleri dünyanın her yerinde farklı geleneklere göre icra ediliyor. Bunların bir kısmı bize tuhaf gelse de, dünya hiç bir zaman herkesin aynı şeyleri düşünüp uyguladığı bir yer olmadı ve olmayacak.
Uzun bir zamandır “şehit” kavramının yoğun dolaşımda olduğu bir milletiz. Yalnızca aktüel terör sebebiyle değil, İslam’ı seçtiğimiz günden bu yana, şehitlik bu topraklar için neredeyse “anasır-ı erbaa”ya eklenen beşinci bir unsur oldu.
Çanakkale, Sarıkamış, Yemen, Hicaz, Balkanlar, Kafkaslar...Bütün bu cepheler bir uçtan bir uca, derin hafızamızda bir şüheda coğrafyası olarak durmakta. Her evde şehitler katından bir nefes var.
Şehitler hep vardı, son aylarda yoğunlaşmış olarak yine var.
Gün geçmiyor ki ülkemizin herhangi bir yerine bir şehit cenazesi gitmesin. Duyulan büyük acı, şehadet mertebesinin yüksek derecesi ile hafifliyor mu? Şüphesiz. Başka nasıl bir teselli ve kabulleniş mümkün olabilir ki? Kim doldurabilir bir canın bıraktığı büyük boşluğu.
Bir ölümden sonraki hissediş ve acı bu dünyada kalanlar içindir, giden için değil. O ruhunu teslim ettiği andan itibaren artık bizim hükmümüzün geçmediği başka bir yerdedir. Ama biz dünyada ‘kalanlar’ için yapılacak ilk şey, cenazenin usulüne uygun defnedilmesidir.
Son günlerde bir ‘tartışma’ yaşanıyor; Şehit cenazelerinin resmî törenlerinde çalınan Chopin’in cenaze müziği. Bu müziği yersiz, hatta aşırı yanlış ve yakışıksız bulanlar var. Katılıyorum. Her şeyden önce bu toprakların cenaze defin geleneği ile ilgisiz bir müzik. Özel olarak da şehit kavramının içerdiği hiç bir şeyle bir bağı olmayan, yapaylığın sınırlarını zorlayan, ve sanki tüzükle iliştirilmiş bir ‘resmî duyarlık’ biçimi.
İsteyen elbette ki bu ya da başka bir müzikle defnedilir, kimseyi ilgilendirmez. Ama bilemiyorum, şehitlerden bir tanesinin bile böyle bir vasiyeti var mıydı? Sanmam. Bizim cenazelerimizin, özellikle de şehit cenazelerinin bin yıldır nasıl defnedildiğini biliyoruz. Ve yine şehit cenazelerimizde adeta şuuraltımızda bir şefin işaretiyle Itrî’nin tekbirini nasıl söylemeye başladığımız, hepimizin mâlumudur.
“Resmî yabancılaşma”nın da bir sınırı var. Bir şey yapmalı. Itrî ya da bir başka üstadımızın sesiyle yürümeli şehidin arkasında. “ Şehit tahtında Rabbe gülümserken” bu kadarcık bir özeni göstermeli, toprağa düşen o Aziz canı, kendi toprağının seslerinden esirgememeli.
Rus tazısı
Rus tazısı bir bekçi köpeği değildir, neredeyse dilsizdir ve havlarsa öldürülür, çünkü sesi öyle güçlüdür ki, bir tüfek atışı mesafesindeki insanları korkutur. Koşarken öyle hızlı yön değiştirir ki, bir yeri koparsa bu omzudur. Av, eğer dişi bir kurtsa, dişi tazı tarafından izlenir. Eğer erkek bir kurtsa, erkekler ona saldıracak ve yakalayacaktır. Hayvanı sürünün geri kalanından tecrit etmekle işe başlarlar. Kurt onlardan kurtulamayacağını önceden bilmektedir, çünkü o dümdüz kaçarken tazı etrafında dolanabilir. (...) Milorad Pavić- Rus Tazısı- Mitos/ Çeviri: Işık Ergüden
Cebeci
Ankara’da Cebeci olarak bilinen bir semt vardır. Cebe kelimesinin anlamı koruma ile ilgili. Savaşta düşmanın silahından askerin vücudunu korumak için giyilen kalın meşin elbise yahut zırh benzeri giysilere cebe denir. Cevşen kelimesi de cebe kelimesiyle birlikte aynı anlama sahiptir.
Cebeci Ocağı yahut cebeci bölüğü Osmanlı askerî sisteminde bir sınıfın adı. Yeniçerilerin bütün silah ve savaş aletlerini yapmak, tamir etmek, cepheye taşımak ve savaştan sonra da bunları toplayıp muhafaza etmek bu bölüğün görevidir. Bu bölüğün en büyük subayına Cebecibaşı denir. Cebeci’den geçerken hatırlarsınız ya da nasıl isterseniz, bilemem.
İstanbul’da yaşayıp da cânım vapurlara binmemek ve Boğaz’da şöyle bir süzülmemek olmaz. Ama pek az İstanbullu her gün Eminönü’nden kalkıp Anadolu ve Rumeli Kavağına kadar giden vapurlara binmiştir. Vakti olanlar için Boğaz’ın her iki yanındaki iskelelere uğrayarak yapılacak bu harika seyahat kaçmaz.