Her cümleden bir imâ, her bakıştan bir çatışma öngörüsü, her fikirden bir şiddet örgüsü çıkarmaya meyyal hâle geldik.
Benim düşüncem en doğrusu, yahut, senin düşüncen en kötüsü kıvamında üst perdeden yargılar, kaş çatmalar, aba altından sopa göstermeler, tehditler, hakaretler gırla.
Konuşamaz olduk.
Televizyonlardaki tartışma programlarını yıllardır izliyoruz. Yüzlerce konuda onbinlerce program izlemişizdir. Sonuç; üzerinde uzlaşılan bir tane bile konu yok.
Özellikle her terör saldırısından sonra ortaya atılan görüşler içinde özel bir bakış türü var: Konformist saldırganlık ve ağır saçmalama.
Daha acıya bile şöyle bir bakmadan kendi ideoloji çevresinin tepeleri üzerinde tepinmeye başlayan ve bu arada ilgili ilgisiz kişi ve kurumları nefret duygularının odağına yerleştiren bir güruhtan söz ediyorum.
Ne adalet, ne akıl sağlığı, ne de bu ülkede yaşamanın anlamı üzerine bir bakış. Yalnızca homurtu, kötücül eğretilemeler, küfür.
Tartışmak harika bir şey.
Bizim sorunumuz tartışamamak.
Bağırıyoruz. Muhatabımız bağırıyor. Sonra biz daha yüksek sesle bağırıyoruz. Sonra yüksek sese maruz kalmaktan yavaş yavaş sağırlaşıyoruz.
Yalanı rampa yapıp nereye fırlatmak istiyoruz hakikati, belli değil.
Öfke dürbününün saygısız, sisli merceklerinden bakarak ne görebiliriz, bilinmez.
Bazan kötülüğün ta kendisi olan aptallığı kimse sahiplenmiyor ne hikmetse.
“İnsan ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır” demişti Albert Camus.
Biz hızla bir şeye yanaşsak da, hızla bir şeyden uzaklaşsak da ‘bir cisim hızla bize doğru yaklaşıyor.’
Ve şairin dediği gibi elbette: “bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan.”
Teröristin birini, devletin birini yakalasanız ne olacak, kaçırdığımız büyük balıkların yanında bunun sözü mü olur.
Hak muinimiz ola vesselam.
Büyükada’da kırbaç sefası
İstanbul’da bir mekan var: Atların kanatlarına takılarak uçup giden umutların mekanı. Hayıflanmalarla, keşkelerle, ahlarla, vahlarla yırtılan kuponların mekanı. Dopinglerin, şikelerin, mafya organizasyonlarının, zehirlenen, telef olan atların mekanı.
Bu mekanın adı: Veliefendi Hipodromu.
...
Yıl 1990. Devlet Bakanlığı’nın sipariş ettiği bir TV dizisi için yönetmen Bilge Olgaç’la mekan bakmak üzere Büyükada’ya gidiyoruz. Ada vapuru bir alem: Günübirlikçiler, turistler, kaçamakçılar... Darbuka sesleri, şarkılar, türküler... Yer kapmak için hırlaşan yolcular vs, vs.
...Ve bu hırgür arasında 60 yaşlarında yorgun, bitkin bir adam. Elinde bir ‘Kayıp Aranıyor” ilanı. Lakin ilandaki resimde ve isimde bir tuhaflık var: Aranan, insan değil. Bir at! Adı: Cihangir... (Gerçek adı Cihangir Harmony. 1979 yılı Gazi Koşusu şampiyonu.) Atın fotoğrafının altında bir yazı: “Cihangir. 10 yaşında. At arabasına veya faytona satılmış. Görenlerin insaniyet namına...”
Adam, dağıtım işini bitirdikten sonra bir kenara çekiliyor. Yanına oturuyoruz. Cihangir’in seyisi imiş. Yıllarca hipodromda seyislik yapmış. Ne şike, ne doping, ne kumar, hiçbirine bulaşmamış. Veliefendi denilen mekanda olup bitenler onu hiç ilgilendirmemiş.
Cihangir’in resmine bakarak devam ediyor: “Cihangir benim öz oğlum gibi. Elimde doğdu, elimde büyüdü. Benim avucumdan şeker, üzüm yedi. Kaybettiği yarışların ardından gözyaşı döktü. Sonra dopinge kurban gitti. Karaciğerinden rahatsızlandı... Bir sabah ahıra geldiğimde bulamadım oğlumu. Satılmış! Ya arabacıya ya da faytoncuya! Çaptan düşen atların akıbetini iyi bilirim ben. Kırbaç altında, bir deri kemik, koşmak, koşmak, koşmak... Ama onu mutlaka bulup kurtaracağım. İhtimal dahilindeki her yeri arıyorum. Bu yerlerden biri de Büyükada.”
....
Uzatmayalım. Bu sıradaşı ihtiyarla irtibatı hiç koparmadık. Aylar sonra öğrendik ki bulmuş oğlunu! Bir hurdacının arabasını çekiyormuş... Heyecanla seslenmiş: Cihangiiiirrrr!
Cihangir bu! Babasının sesini tanımaz mı? Durmuş bir an. Arabacının kırbaçlarına rağmen yerinden kıpırdamamış. Sonra, hızla babasının seslendiği tarafa, yolun karşısına doğru koşmaya başlamış. Bu sırada arkadan gelen bir kamyon....
...
Aradan bunca yıl geçti. Büyükada’da insanlar her zamanki gibi fayton sefasında; şen şakrak... Adanın çilekeş atları yine bir deri bir kemik. Kahkaha sesleri yine kırbaç seslerine karışıyor... Ve bir başka yorgun ihtiyarın bakışları gelip geçen atları tarıyor, tarıyor...
Öbür dünyada hayvanlar da mevcut olacak mı, bilmiyorum. Eğer mevcut olacaksa, inanıyorum ki uçsuz bucaksız yeşilliklerde bir küheylan rüzgarları kanatlarına takarcasına koşacak, koşacak... Ve yıllardır onu aramakta olan yaşlı bir seyis ansızın, heyecanla seslenecek: “Cihangiiiir!”
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ