Yoldayız, Aksaray’a doğru ilerliyoruz. Minibüsün içinde yedi kişiyiz. Başka bir arabada 6 arkadaş daha var.
*
Mukadder olana şâhit olduk. Sevgili Dostumuz, ağabeyimiz Mehmet Küpeli Hakk’a yürüdü. Hep olduğu gibi hem hep bekleniyor, hem hiç beklenmiyordu.
Bir süredir akciğer kanseri için tıbbî tedavi görüyor, hastaneye gidip geliyordu. Son haftalarda ise hastaneden hiç çıkmadı. Ve nihayet Perşembe günü emr-i hak vâki oldu. Dün Karagümrük Canfeda Câmii’nde Cuma’yı müteakip kılınan cenaze namazından sonra dualarla memleketi Aksaray’da defnedilmek üzere cenaze arabasıyla yola çıktı.
Yakın dostları ile birlikte biz de kendisini tâkiben Aksaray’a doğru ilerliyoruz.
Buna ilerlemek denemeyeceği açık.
Çünkü hepimizin zihni gayriihtiyari ve sürekli geriye, anılara doğru hücum ediyor.
Küpeli, sanırım dünyanın en güzel gülen insanlarından biriydi. Aşırı kendine mahsus, yerçekimsiz bir gülüştü onunki.
70’li yıllarda, memleketin sağ/sol kavgalarının ayyuka çıktığı bir dönemde Avusturya’ya gitmiş, gençliğini, hayatını yeni baştan tek başına orada kurgulamıştı.
Daha sonra birlikte yaptığımız seyahatte Salzburg’ta başlayıp Viyana’da devam eden Avrupa günlerini uzun uzun anlatmıştı bendenize.
Viyana günlerini büyük ticarî başarılarla da taçlandırmış, aynı zamanda Avusturya ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın değişik yerlerindeki Müslüman/Türk varlığıyla yakından ilgilenmiş, bu alana ilişkin radarları hep titiz bir açıklıkta olmuştu.
Biz kendisiyle diğer bir çok dostla olduğu gibi kahvede tanışmıştık.
Yaklaşık 10 yıl önce Türkiye’ye yerleştikten sonra da dostluğun basamaklarını hızla tırmanmış, her türden içeriği havalandıran kimi sohbetlerin birlikte canına okumuştuk.
Zarafet sahibi, iyimser, kapsayıcı, şık bir çelebî idi hazret.
Güzel giyinir, güzeli sever, kendi stilinin renk, şekil ve edaları içinde sürekli iyiliğin değişik kapılarını tıklatırdı.
Siyasal ve sosyal gündemi iç ve dış bağlantıların süzgecinden geçirerek hülasa eder, Türkiye’nin kaderini kendi kaderinden pek bağımsız görmezdi.
Çok kahve içtik İstanbul’da ve yola çıktığımız Maraş’ta, Aksaray’da, Antakya’da, Antep’te, Adana’da, İzmir’de ve daha ne çok yerde unuttum.
Unutur muyum hiç, şimdi hepsi yeniden mıh gibi aklımda.
Son zamanlarda daha çok Küçük Çamlıca’daki bir grup dostla geçiriyordu akşamlarını.
Orada patlattığı kahkahaları biraz uzaktaki İstanbul’a ulaşıp orada hafif bir bulut olup dağılıyordu.
Kaşkolü, pırıl pırıl pabuçları, jilet ütü pantolonu ve daha çok spor montları ile arz-ı endam ettiği çevrelerde kendini genellikle sigarasının mavi dumanlarıyla ve durmadan küçük cam bardaklarda içtiği çaylar ve bazan filtre kahveyle kamufle ediyordu.
Sonra birden ne oldu?
Çok ölçemiyorum işte, bir minibüste yedi kişi Aksaray’a doğru giderken bulduk kendimizi. Epey önde Küpeli ağbi. “Olağan Küpeli!”
Dünya bu kadar ve biliyoruz eksile eksile yaşıyoruz işte, buna yaşamak denirse.
Seyfettin, Nusret, Erol, Şükrü, Hüsamettin, Cemal…Liste uzun. Ahbaplar Dergâhı oraya kurulmuş, çağrılan gidiyor. Ezel/ebed bu böyle.
Er kişi idi. İyi bilirdik ve varsa hakkımızı helal ettik.
İlla Hû.