Duvara asılmış bir resme bakmakla ne yapmış oluruz? Bir müzedeki resme insanlar diyelim ki iki yüzyıl boyunca sürekli olarak baktı. Eğer bu sanat eserine bakarken, insanla eser arasında bir etkileşim oluyorsa, sadece insan mı etkilenir bu bakıştan? Yoksa çok bakılan, üzerinde çok konuşulan bir resim, sözgelimi bir Kaplumbağa Terbiyecisi veya Kağıt Oynayan Adamlar, ya da Mona Lisa veya üsküdar’da Kış tablosu da bir etkileşim içine girip zaman içinde yüklenen yeni anlamlar, yorumlarla kendi oluş zamanının biraz dışına çıkar ve değişirler mi?
Aynı müziği sürekli dinlemekle, aynı resme sürekli bakmak içimize ne yapar?
Sorularla bir müziğin ya da bir tablonun içinde değişik istasyonlu yolculuklara çıkmak mümkün. Dünyayı biraz daha katlanılır kılan sanat, dün olduğu gibi bugün de arama/bulma/hatırlatma ve unutturma eksenli etkilerini üzerimizde sürdürüyor.
İnsan, ezel- ebed etkileyen ve etkilenen donanımlara sahip. Sanatın her şubesiyle yürürlükte olan bu duygusal diyalektik çemberin dışında kalınamayacağını düşünüyorum.
Bugün batıda sanat çarpıcı hissediş ve buluşlardan absürde kaymış ve merkeze anlamdan çok merkezsizliği/anlamsızlığı/bulantıyı koymuş gözükse de, Doğuda ve Batıda, bir sanat disiplininin geleneksel form ve yorumlarını aşıp yenileyen büyük sanatçılar çıkmaya devam ediyor. Mesela M. Fersçiyan minyatürü adeta yeniden dirilten müthiş yorum ve tekniklerle günümüz insanını etkilerken, Hamit Cevatzade isimli başka bir İranlı genç sanatçı ise derin bir birikime sahip olan minyatür sanatına getirdiği modern bağlamlarla genç/yaşlı bir çok zihni şaşkınlık ve hayranlık uyandıran görsel metaforlara çekebilmiştir.
Güneşin altında yeni bir şey yok söylemi görsel sanatlar için de geçerli.
Edebiyattaki tekrara düşme tehlikesi burada da mevcut. Ama müzik, edebiyat, sinema, resim alanındaki yüzbinlerce esere rağmen, insanın sanat aracılığıyla anlam ve duyguya yönelik arayışı ve ilgisi sürüyor. Dünyanın her yerindeki müzelerde bulunan eserlere, durmaksızın yeni eserler eklenmeye, yer yer yeni müzeler açılmaya devam ediyor. Tabii ki arka plandaki temel dinamik hep bir ‘sanatçı’ bakışı.
İstanbul, duygusal coğrafyamızda hem sanatın şekillendirdiği hem de sanatçıyı şekillendiren bir merkez üssü olarak yaşamayı sürdüren bir şehir.
Şehrin bin yıllar içinde geçirdiği değişimler toplamı hem anıtsal yapılar, hem mikro ölçekli bakış ve duyuşlarla çok katmanlı, çok zamanlı bir estetik belgesel gibi.
Ayasofya’nın, Süleymaniye’nin bahçesine oturup “Hû” da çekebilirsiniz, Esenyurt’a Beylikdüzü’ne bakıp “lâhavle” de çekebilirsiniz.
Değişik ağırlıkların, bakışların, derinliklerin, felsefelerin ve sosyolojilerin karşılaşma merkezi olan İstanbul, her dönem yoğun bir sanatsal üretim ve gerginliğin de merkezi oldu. Özellikle mimarî alanda şiddetle hissedilen bu gerginlik, bugün de sanatın her alanını kaotik ya da dingin zeminlerle beslemeyi sürdürüyor.
Resim özelinde konuşacak olursak, zaman içinde İstanbul’u resmeden değişik yerli ve yabancı ressamların varlığını biliyoruz. Bunlardan bazıları özellikle bir İstanbul ressamı olarak anılmayı da hak ediyor.
Sözü uzatmadan günümüzün bir ressamına, bir İstanbul ressamına, Selahattin Kara’ya getirmek istiyorum. Mecburum buna. Çünkü Kara hayatını İstanbul’a adamış bir ressam. Büyük boyutlarda seyirlik İstanbul resimleri çiziyor. Çiziyor demek hafif kalır, o büyük tuvallerinin sınırları içinde kalsa da yeni, “yaşanabilir”, çirkinlikten arındırılmış İstanbullar inşâ ediyor.
Güncel hayatın ritmini, hayatiyetini ve estetik görselliğini ıskalamadan, fazlalık ve çirkinlikleri bizim için ‘ayıklayarak’ bize kılçıksız İstanbullar hediye eden ressama ne kadar teşekkür etsek az. Bu resimlerin içinde gezintilere çıkmak, o asude İstanbul’u zihnen teneffüs etmek çok mümkün. Bu resimler için İstanbul yorumları demekten çok, İstanbul beklentileri, özlemleri, hayâlleri demek daha uygun sanki. Çünkü bu İstanbulları bu İstanbul’da bugün hayâl edebilmek bile bir mucize.
Selahattin Kara’nın İstanbul resimlerini biraz Halide Edip’in Kubbede Kalan Hoş Sadâ hikâyesine benzetiyorum. Bu resimler belki resimlerde bile o mütehayyil İstanbul için son fırça darbeleri.
Bir ömür vermek gerekiyordu bu gerçeklik hissiyatı için ve Selahattin Kara içtenlikle bunu göze almış ve bizim gözümüze aktarabilmek için gereken bütün fedakârlığı yapmış. Perdeyi açabildiği kadar açmış; maviyi, beyazı, kırmızıyı, yeşili, çeşmeyi, câmiyi, meydanı, Boğaz’ı, vapuru, dumanı, denizin köpüğünü, kuşu, kediyi, ağacı, çiçeği, bankı, bulutu, bisikleti, balık ağlarını, sandalı, çimenleri, Kız Kulesi’ni, çocukları, gençleri, simitçiyi…Velhasıl İstanbul’u çizmiş de çizmiş.
Daha önce yüzlerce ortak sergiye katılan ve otuzdan fazla kişisel sergi açan ressamımızın İstanbulları bu defa Zeytinburnu Kazlıçeşme Sanat Galerisi’nde Selahattin Kara/Retrospektifi- Sanat ve Yaşamın İzinde başlığıyla açılıyor. Yarın saat 16..00 da açılacak sergi için hem Zeytinburnu’nun sanatsever Başkanı Ömer Arısoy’un, hem de anılan bu resimler dâhil olmak üzere, değişik koleksiyonların sahibi olan Mehmet Çebi’nin nazik davetlerini aldım ve müteşekkirim. Ama bu davetler olmasa da daha önce defalarca baktığım bu resimlerin sergisine katılmak benim için bir zevk. Ressamı ve sergide emeği geçen herkesi kutlarım.