Ufukta bir referandum var ama her hâlükârda yine bir ‘seçim’ diyebiliriz buna.
Nisan’ın ilk haftasında bir ‘seçim’ yapacak ve buna bağlı olarak ‘evet/hayır’ diyeceğiz.
Seçimin içeriği mâlum.
Aylardır yapılan tartışmalarda bazan küplerin dolup taştığını, bazan da incir çekirdeğinin doldurulamadığını görüyoruz.
İçerikle ilgili olarak Meclis’te geçen hafta yapılan kavgalar, söylemler, eylemler ise aman aman dedirtecek cinsten.
Vay efendim rejim değişikliği, yok efendim revizyon, çağın ilerisi, gerisi derken kitlelerin seçimde alacağı pozisyonun esasen ne anlama geleceği iyice bulanıklaşmaya başladı.
Tabii bu bulanıklaşma ‘profesyonel’ seçmen için değil.
Evet/hayır diyecek kadar berraklaşan, keskinleşen bir içerik tercihine yüklenen anlamlara eklenen dip/yan anlamları kastediyorum.
Mesela ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyen bir seçmen, içerikle ilgili ve sınırlı olmak üzere bir tercihte mi bulunuyor, yoksa bu tercih bir dizi başka tercihin göstergesi, habercisi, öncüsü bir tercih olarak mı şekilleniyor?
Bunun ne önemi var denilebilir. Bunun önemi şu: İşte o bazılarının iştahla diline doladığı kutuplaşma/yarılma vs gibi gerilimli kavramlarla anlatmaya çalıştığı şey her ne ise, işte o şey, bu evet/hayıra eklenen irili ufaklı bagajlarda taşınıyor.
Kiminin bagajı bin yıllık, kiminin on yıllık, kimin de belki üç aylık, bilemiyoruz.
Bagajların bir kısmı değerli, bir kısmı zararlı, bir kısmı hayatî ilaçlarla dolu, bir kısmı zehirli, bir kısmı çıkarcı ve bir kısmı çatışmacı da olabilir.
Böyle olmasında da şaşılacak bir şey yok doğrusu. İnsan ne ise bagajını ona göre dolduruyor.
Bir mesele varsa, bu Nisan’ın ilk haftasındaki sandıkta evet/hayır tercihinin dışında bir mesele. Referandum sandığı yalnızca bir ‘anlık’ gösterge, ama bütünün kendisi hiç değil.
Kendince uzun uzun tahliller yapıp evet ya da hayır tercihinde bulunan bir seçmenle; kişisel veya grup çıkarlarını düşünerek evet ya da hayır tercihini yapan bir seçmenin, yaptıkları tercih sonucu aynı olsa bile, kullandıkları rengin aynı anlamı taşıdığını asla düşünmüyorum.
Evet mi hayır mı?
Nasıl mısın, iyi misin?
Keşke hep çocuk kalsaydınız Refik Bey
Bir dost meclisinde dinlemiştim. Üç yaşında bir çocuğun ikiz kız kardeşi ölüvermiş. Çocuk, kardeşinin mezarına ekilen çiçekleri görünce, hemen söküp söküp fırlatmış. Nedenini de açıklamış: “Çiçeklerin kökleri kardeşimin saçlarını dağıtır.”
Binlerce yıldır anlı şanlı filozofların içinden çıkamadığı ölüm denilen kadim muammâyı üç yaşındaki “akıl sâfiyeti” halletmiş gibi... Keşke hep çocuk kalsaydık.
...
Efendim, geçtiğimiz hafta vefat eden yazar Refik Erduran, büyük hedeflerle faaliyete geçen bir TV-yapım şirketindeki beş danışmanımızdan biri idi. İki yılı süreyle, her çarşamba günü öğleden akşama kadar devam eden toplantılarda mâzi ve günlük hayatla ilgili konulardan da söz açılırdı. Erduran’ın genelde mizâhî bir üslûbu vardı. Babasından kalan büyük mirası hüsranla sonuçlanan bir ideal uğruna harcadığına hayıflanırken de, ailevi sebeplerden ötürü pek hoşlanmadığı Yahya Kemal’den söz ederken de hep mütebessimdi.
Fakat bir gün hüzünlü bir yüz ifadesiyle geldi toplantıya.
Anlattı: “Geçen hafta kapıcımız ‘günaydın’ hitabıma soğuk bir karşılık verdi. Ertesi gün yine aynı ifade, ertesi gün yine aynı ifade... Sonunda, merak ederek sordum, dedi ki: Refik Bey, arada bir sizin kapıya bıraktığınız eski gazetelerdeki yazılarınızı okumaya çalışırım. Ama geçen haftaki yazınızla benim dünyamı kararttınız. Benim yıllar önce genç yaşta bir oğlum vefat etti. O günden beri öbür dünyada oğluma kavuşabilmenin hayaliyle teselli buluyorum. Siz geçen haftaki yazınızda, öbür dünya diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum, demişsiniz. Benim dünyamı yıktınız...“
...
Refik Erduran bunları söylerken daha da hüzünlendi; gözleri nemlendi, çenesi titremeye başladı: “Öbür dünyanın varlığını, sonsuz bir hayatın varlığını kim istemez? Benim de kaybettiğim yakınlarım var. Onlara kavuşmayı elbette isterim... Ama inanmıyorum; inanamıyorum bir türlü.”
....
Erduran’ın vefatını öğrendiğimde o sahne gözümün önünde canlandı:
İnanmıyorum, inanamıyorum derken yüzündeki o son derece hüzünlü, ağlamaklı ifade neyin nesiydi? Ölüm ya da yok oluş karşısındaki çaresizlik mi? Kapıcının ızdırabından ötürü duyduğu vicdan azabı mı? Kaybettiği yakınlarının acısı mı? Ya da günün birinde sevdiklerinden birer birer ayrılacak olmasının verdiği hüzün mü?
Üç yaşındaki “akıl sâfiyeti”ni düşünüyorum da... Keşke hep çocuk kalsaydınız Refik Bey !
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ