Geçen gün ömürdendir’ demişler. Geçen Ramazanlar da öyle.
Yıllar içinde yaş ilerledikçe Ramazan da adeta bir ay, bir hafta, yahut bir gün sonra geliyor gibi bir zaman algısına oturmakta.
Zamanın, içimizde bir kartopunun kar içinde yuvarlanırken kazandığı hıza benzer bir ivme kazanması bilinmeyen bir şey değil.
Hani yıllar geçer, ânlar hatırlanırmış ya. Ramazan da sanki hızla geçen yıllar içinde, kendine özgü ‘yavaşlık’ ânlarıyla özel bir zaman aralığı oluşturuyor. Böylece zamanın hızla geçişinden şikayet eden bizlere, oruç, çok başka, çok geniş bir başka zaman aralığı sunuyor.
Ve zaman içinde zamanı yaşarken, tuhaf şekilde hızla akan genel ve uzun zamanın içinde, orucun kendi direnç ve devrim noktalarıyla, ânı sabitlemiş gibi duran zafer tik takları duyuluyor.
Ramazan’ın toplumsal hayattaki alışılmış görüntüleri etkilediği bir gerçek. Ama Ramazan’ın daha büyük etkisinin bireyde gerçekleştiğini düşünüyorum. Ramazan, bizi içimize doğru yönelttiğinde yalnızca midemize bakmıyoruz; yeni, daha önce farketmediğimiz başka ‘iç bölgelerimize de” bakıyoruz.
İftardan başlayarak, büyük organizasyonlar gerektiren ve içerisinde eğlence/alışveriş de bulunan ve adına “Ramazan etkinliği” denilen şeyler ise bambaşka bir konu.
‘Mübarek onbir ay ne çabuk geçti’ girizgâhıyla gelen Ramazan, çoğu zaman ‘mübarek ne çabuk geçti’ cümleleriyle geçer gider.
Yeni bir Ramazan geldiğinde aramızdan kimlerin eksileceğini bilmeden gelir gideriz Hayy’dan Hû’ya (inşaallah yani)..
İşte bitiyor, daha dün başlamıştı, şimdi altıncı gündeyiz.
Ömür de öyle değil mi? Başladığı anda bitmeye başlayan hayatlarımız...
Bayram tatili (!) de dokuz gün olmuş. Az kalsın Ramazan’dan daha uzun olacakmış. Güzel memleket vesselam.
Belki unuturum
Oruçlu iken unutarak bir şey yemenin, içmenin orucu bozmadığını yeni öğrenen bir genç arkadaş değişik bir şey yaparak oruçlu iken sigara taşımaya başlamış.sigarayı soranlara da şöyle diyormuş: “Ya, belli olmaz, belki dalgınlıkla unutarak içerim.”
Neyse ki bir başka arkadaş “sen unutmaya niyet etmişsin, nerdeyse orucu bozma kasdıyla zemin hazırlıyorsun” falan filan diyerek paket taşımayı bıraktırmış.
Az yiyen
Zira nefs aç olmayınca, kendini bilmediği âciz bir mahluktur.(...) Nefsi, açlıktan özge nesne âciz edip kulluk makamına getirmediği biline.
Ve dahi bu yemeği az yemek, gönlü sâfi eder ve küdürât-ı nefsâniye ve zulemât-ı cismâniye gönülden gider ve zihin kuvvetli olur ve gönül gözü açılır. Az yiyen kişilerin yüzü nurlu olur ve gönlü yumuşak olur ve gönlü yumuşak olanın eli açık olur.
Ve dahi bu az yiyen kişinin ibadetinin taatinin lezzeti olur; zikirden, tesbihten, namazdan, oruçtan, her hakkâni işlerden safâsı olur ve her bâtıldan sakınır olur ve nefsi kendi dileğine uydurur ve kendi nefsine uymaz olur.
Ve dahi açlık kişinin nefsin hârun eylemez ve gaflet andan gider ve kibir ve kun ve buhl ve haset ve nifak ve hayvanat gider.
Az yiyen kişiler tevazu ve meskenet ehli olur ve gece gündüz Allah’ı zâkir olur ve az yiyen kişilerin dilinden daim sözü hayır olur ve gözünde ibret ve gönlünde hikmet olur.
Ve az yiyen kişi kendinin aczin bilir, hem ölümün unutmaz olur ve Allah’a âsi olmaz olur ve tamuda nice bin yıl aç olacağın fikreder, günahlarına peşiman olur. Eşrefoğlu Rûmî-Müzekki’n-Nüfûs-İnsan yay.- Haz: Abdullah Uçman
OKUR YAZAR
Gazeteyle birlikte verdiğiniz cüzler için teşekkür ederiz. Onları babaannemle gürül gürül okuyoruz. Evde de mushaf var ama böyle yapmak hoşumuza gidiyor. Her gün veriyorsunuz, her gün okuyoruz. Sağolun. Hatice A.- Trabzon