Trump yedi müslüman ülke vatandaşlarını ülkesine sokmamak için karar üstüne karar alırken, mahkemeler de bu kararı durmadan bozmayı sürdürüyor.
Bense altı ‘misafir’ çocuğa yemek ısmarlayan ve harçlık veren adamı izliyorum hamd ederek.
Trump ve bu adamı yanyana koyduğumuzda yeryüzü terazilerinde olmasa bile gökyüzü terazilerinde hangisi ağır basar dersiniz? Belki de bu soruyu yersiz buldunuz. O altı çocuk için yersiz değil ama, hiç değil.
Hakan Albayrak dünkü köşesinde çeşitli yazarlardan yaptığı iktibaslarda çok temel, insanî bir duyguya değinmiş. Ne kadar da yolun başındayız daha ne kadar.
Ve önceki gün Cumhurbaşkanımızın katılımıyla gerçekleşen bir ödül töreninde yine en zayıf halkamızın kültür olduğu zikredilmiş. Diyecek bir şey bulamıyorum. Varlık fonuna, varsıllık meselesine atfedilen çalışma ve önemin ne kadarı var olma, düşünme, estetik ve kültür üretme boyutlarına atfediliyor? Ekilmeyen biçilebilir mi?
Bir arkadaşım var, tesisatçı. Tesisat işinden iyi anlıyor, fakat sohbet esnasında her konuya da girmekten kaçınmıyor. Uluslararası komplo teorilerinden tutun piyasaların son durumuna, Osmanlı toprak yapısından tutun çekirgelerin anatomik yapısına, eliböğründe yemeğinin hazırlanmasından yılanların psikolojisine ilh... Ama gelgelelim niçin sadece tesisatçılık yapmadığını anlayamıyorum.
Zaman zaman bazı insanlarda gördüğüm potansiyel derinlikler beni hayrete düşürüyor. Trump ise Amerikalıları ve dünyayı dehşete düşürmüşe benziyor, daha da düşürür mü düşürür.
O çok bilinen ve Amerikan başkanları için söylenen sözü Trump için de tekrarlayalım: “Bugünün başkanı yarının posta puludur.”
Sevgili Hüsrev Hatemi hocam bu söze şöyle bir yorum yaptı tivitiyle: “Her devlet adamı yarın pul olabilir. Amma bazıları yüreğimizin filatelistlerince çok değerli. Bazıları damga pulu.”
Elhâk, öyledir efendim.
Bir Efsâne de Bendenizden
Efendim, mâlumunuz İstanbul’a “Efsâneler Şehri” de denir. İzninizle bir efsâne de bendeniz ilâve edeyim. Şimdi bazı dostlarım diyecek ki: “Yâhu, dün taşradan geldin; bugün, efsâne icad ediyorsun.”
İzin verin de arzedeyim efendim; şunun şurasında muhabbet ediyoruz.
...
Yıl 1987. Çemberlitaş’ta küçük, sevimli bir köfteci dükkanı. Dikilitaş’ın hemen karşısında. (Şimdilerde tatlıcı dükkanına dönüştü.)
Dükkanın sahibi “Köftehor Sâmi” diye anılan bir zat. Yaşlı, tıknaz bir şahsiyet. İstanbul’un yerlisi olup, bu kadim kentteki insan dokusunun hızlı değişiminden pek dertli. Pencerenin kenarındaki ızgarada köfteleri evirip çevirirken, bakışlarıyla dışarıyı tarayarak mırıldanıyor:
“Başka İstanbul yok evlâdım; başka İstanbul yok kardeşim.”
Daha sonra, bu mırıltı giderek öfkeli bir homurtuya dönüşüyor:
“Başka İstanbul yok terbiyesiz; başka İstanbul yok ayı...vb”
...
Bir öğle vakti, yeni aldığım bir kitapla girdim Köftehor’un mekânına. Kitabın poşetinde yayınevinin adı ve amblemi. O sırada, köfte-piyaz atıştırmakta olan, ufak tefek, yaşlı bir zat poşete bakarak yüzünü buruşturdu: “Bu yayınevinin bulunduğu bina uğursuzdur?”
Merakla sebebini sordum. Anlattı:
“Gençlik yıllarımda, bu yayınevinin yerinde bir konak vardı. Çalıştığım gazetenin binası. Tam karşımızda da yaşlı bir simitçi! 7/24 Gözlerini bizim binaya diker dururdu. Adamın gizli servis ajanı olduğunu düşünür, rahatsız olurduk. Bir süre sonra gazetemiz iflas etti. Yerine bir lokanta açıldı; kısa süre de o da battı. Daha sonra bir konfeksiyon atölyesi... Batan batana! Sonra öğrendik ki, bu simitçi küçük yaşta iken, bu binada ninesi ile birikte yaşamakta imiş. Zamanla birileri allem kallem konağa el koymuşlar; nine-torunu da kapı dışarı etmişler. Nine, bu haksızlık karşısında kalp krizi geçirerek vefat etmiş; çocuk da konağın karşısında simitçiliğe başlamış. O gün bu gün, sabit bakışlarla gözlerini konağa diker durur imiş. Zamanla, bizim simitçi de iyice yaşlanıp vefat etti. Lâkin, o binaya taşınanların bir tanesi bile iflah olmadı.”
Yaşlı adamın anlattıkları etkileyiciydi doğrusu. Gerçi, o konak yıkılmış, yerine görkemli bir bina inşa edilmişti; ama ne de olsa binanın arsası yine o gariban simitçiye aitti.
Daha sonraki yıllara gelince: Önce bir reklam ajansı, ardından bir banka, sonra bir halıcı, sonra bir finans kurumu...hepsi de iflas ettiler. Bankanın, özellikle finans kurumunun beklenmedik iflası büyük yankılara yol açtı. Mudiler hâlâ feryad figan.
Velhâsıl, ne zaman o binanın önünden geçsem bu efsâneye varan hâtırâlar zinciri gelir aklıma. Şimdi, yine bazı dostlarım diyecek ki: “Efendi, o mudiler arasında sen de vardın galiba; bu hatırlamada onun da etkisi olmasın!”
Geçiniz efendim; şunun şurasında muhabbet ediyoruz.
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ