Ağustos’un onbeşinden sonrası güzdür’ derdi eski bir adam.
Biz şimdi Temmuz’un onbeşinden sonrası için o kadar çok şey söylüyoruz ki, artık sadece sonsuz bir Temmuz’un onbeşinden sonrasına girmiş gibiyiz. Hiç bitmeyecek yeni bir dalganın içine.
Hep iyimser mi olmalıyız artık, yoksa hep teyakkuzda mı tam kestiremiyoruz. Belki ikisi birden.
Batıdan yükselen hayâl kırıklığıyla eş tahrik edici salvolar hava alanının duyuru panolarından, gazete manşetlerinden, başbakan düzeyinde ağızlardan eksik olmuyor. Âlem monşer mi olmuş mîrim?
Her gün ortaya çıkan yeni ilişkiler ağına, itiraflara, planlara, yazışmalara bakılırsa bu ülkenin helvasını yemek üzere içeriden ve dışarıdan hazırlıklar tekmil edilmiş ve fakat Millet, bütün üzümleri koruk eylemiş pîrim.
Bir restorasyon/reform süreci mi yaşayacağız?
Yoksa kamudaki bazı kadrolardaki eleman değişikliği ile her şeyin yoluna gireceğini mi düşünüyoruz?
Şu meşhur “ bürokratik oligarşimizin” yapısal özelliklerine dokunabilecek miyiz? Silahsız ve silahlı olanı farketmiyor. Nasıl ki ‘himmet’ ve rüşvet farketmiyorsa.
Liyakat ve ehliyet gerçekten ne zaman yürürlüğe girecek?
İstanbul’un çeşmeleri ne zaman akacak?
15 Temmuz’da bütün görkemiyle ortaya çıkan Milletin aslî karakteri, arsız bürokratik sulta karşısında hak ettiği pozisyona ne zaman gelecek? Daha da önemlisi siyasal iktidar, bürokratik iktidardan tam olarak ne zaman bağımsızlaşacak?
Ek gösterge örgütünün kuşaktan kuşağa aktarılan ilişki biçimlerini kim didikleyecek ve bunlara ilk neşteri kim atacak?
15 Temmuz’da içine girdiğimiz millî ve yerli otobanda anlamsız kasisler var. Bu kasislerden kurtulmadığımız sürece, bu araba zorunlu tamirhânelere girip zaman kaybetmekten kurtulmayacak.
Ve ‘Kızılelma’ bir serap olarak kalmayı sürdürecek.
Yoksa ‘Yeşilelma’ mıydı?
KAMÇILANAN AT
“Merhamet aczin ifadesidir, âciz ve zayıf kimseleri yok etmek gerekir; nitekim Eskimo’lar böyle yapıyorlar, çalışamaz duruma gelen yaşlılarını kar ve buz içinde ölmeye bırakıyorlar, bu da doğrudur, bu yaşlılar artık üretici değil sırf tüketici olduklarına göre mantık onları bertaraf etmemize izin verir.” Demiş olan Nietzche, sokaktan geçerken devrilmiş ve çukura düşmüş olan bir araba gördü. Arabacı ata ve sakat kalması ihtimaline hiç aldırmadan her ne pahasına olursa olsun, atı kaldırmaya ve yola düşürmeye çalışıyordu.
Atı acımasızca kamçılıyor, kamçı darbeleri altında doğrulmaya çalışan at, ağır yükün etkisiyle tekrar çukura düşüyordu. Ayağı kırılmıştı. Durumu gören Friedrich Nietzche çok sinirlenerek arabacıdan böyle davranmamasını rica etti. Önce yükleri indirip sonra atı kaldırmalı idi. Arabacı aldırmadı. Nietzche de çabuk sinirlenen bir kimse olarak arabacının yakasına sarıldı ve ata kamçı vurmasına müsaade etmeyeceğini söyledi. Arabacı da bunun üzerine Nietzche’ye vurmaya koyuldu. Attığı bir tekme, Feylesof’un eve döndükten bir süre sonra ölümüne yol açtı. Bu olayı dinleyen herkes, şimdi bizim duyumsamakta olduğumuz gibi, içinde çelişik duyguların varlığını sezer...Ali Şeriatî- İnsanın Dört Zindanı- Çeviren ve notlandıran: Hüseyin Hatemi-İşaret Yayınları
İKİ ÇAY
Fransa başı çekmekle birlikte genel olarak Avrupa’da yükselen ‘laiklik’ yahut İslamofobia uygulamaları son olarak müslüman kadınların burka, başörtüsü ve plajlarda giydiği kıyafetler üzerinden yükselmeye başladı.
Bir fotoğraf, fransız polisini, müslüman kadının başını açması için uğraşırken görüntülerken, İran’da çekilmiş başka bir fotoğraf da tam tersi bir görüntüyü naklediyordu. Burada da polis, bir kadının başını örtmesi için uğraş verirken görülüyordu.
Yanımda her iki fotoğrafı aynı anda gören bir arkadaş kendi kendine şöyle mırıldandı: Polisin karışamayacağı bir alan olamaz mı bu mesele arkadaşım? Diğer arkadaş şöyle dedi: Sen hangi dünyada yaşıyorsun birader?
Ben bir şey demedim, ikisine de çay ısmarladım.