FETÖ operasyonlarından sonra Türkiye’de hiç bir şey eskisi gibi değil ve olmayacak.
Eğitimden ticarete, bürokrasiden yargıya, siyasetten orduya kadar bir çok alanda sorgulama, yeniden yapılanma, gözden geçirme gibi çalışmalar yapılırken; hem herkesi, hem de bireyin doğrudan kendisini ilgilendiren “din ve inançlar” alanında da sonu gelmez tartışmalar yaşanıyor.
Cemaat, mezhep, dinî görünümlü çıkar birlikteliği, tasavvuf, tarikat gibi bir çok başlık altında sürdürülen bu tartışmalar yer yer sertleşip karşılıklı tekfire kadar uzanabiliyor.
Her tür medyada, her ölçekte ve her düzeyde karşılıklı yahut çaprazlama yahut kör dövüşü şeklinde süren ve ortalığı kesif bir duman tabakasının kapladığı bu süreç ne kadar rahmanî bilemiyorum.
Çünkü birilerine galiz küfürler saçanlar da var, cerbezeli hâllerle incir çekirdeği doldurmaz bir görüşü hakikatin en büyük savunusu şeklinde dile getirenler de var.
Câhilin boyundan büyük, kulaktan dolma bilgilerle küçük fitne toplarını patlatması da var, putları eleştirirken merkezinde kendisinin durduğu putlaşma alanını gözden kaçıran da.
Dinî bir söylemle ortaya çıkan ve fakat kapalı devre bir yaklaşımla dünyevî hedeflere kilitlenmiş çıkar birlikteliklerinin bu dine verdiği zarar ortada. Daha kalıcı olan zarar ise kof veya yanlış içerikli ‘modern dinî yapılar’ üzerinden ortaya çıkan algının, samimî ve yalnızca Allah’ın rızasını gözeten oluşumlara da kuşkuyla yaklaşılacak kapıları aralamış olması.
Diğer taraftan Mehdî, Mesih, Deccal gibi kavramlar etrafında oluşturulan kafa karışıklığı ve istismar alanları apayrı bir bahis.
Sırf Mehdî kavramı üzerinden şimdiye kadar yaşanan tuhaflıklara, enerji kayıplarına, istismarlara bakmak bile insanı yoruyor ve ister istemez şöyle diyorum: şu Mehdî gelse de herkes rahatlasa.
Hiç yeri gelmemişken Moğolları hatırladım. Hayır, müzik grubu olanını değil.
Moğollar ne yapmıştı Bağdat’ta ve Bağdat olan her yerde?
Şimdi gelecek olan ya da gelmiş olan ne?
Moğollar mı, Mehdi mi?
Yoksa -vakit varken ya da varsa- en iyi şey kendimize gelmek mi? Kaldıysa bir kendimiz...
İslam mı? Nerede İslam?
(...) Ben mağaraya dönen, her şeyin korkunç biçimde değiştiğini gören kişinin ruh hâlini yaşıyorum. Bir dünyevileşme kasırgası ki hiç eşi görülmemiştir. Bu kasırga her an içimizden, yanımızdan, yöremizden birilerini alıp götürüyor. Hepimizi sürükleyip götürüyor. Hepimizi götürüyor, bir batağa saplıyor. Kimimiz politika batağına, kimimiz bürokrasi batağına, kimimiz şu ya da bu batağa ama sonunda bir batağa saplanıp bırakıyoruz kendimizi. İslam mı? Nerede İslam? Dünyada ciddiye almadığımız tek şeyin adı O. Rabbime iltica ediyorum. Açalım Kitab-ı Kerimi bakalım. Orada yapılan tanımlara uyuyor mu durumlarımız. Söyle arkadaş uyuyor mu? Ya zillet ya da cinnet diyorsun. Ne münasebet, niye izzet değil de cinnet? Allah, kendisini seçenleri, batağın türü ne olursa olsun çekip çıkarmaya muktedirdir. Önemli olan Allah’ın sonsuz iradesine yönelen bir ahlâkın sahibi olmaktır. Bu iradeye dürüst, içtenlikli ve sürekli yönelen için korku yoktur. Ben Allah’ın dininde yardımlaşmak üzere sorumluluk alacak er kişiler arıyorum. Sorumluluk alışverişi denince akan sular duruyor. İlişkilerimizi katiyyen inandırıcı bulmuyorum. (...) Atasoy Müftüoğlu (mektuplarından)- Irmağın İçli Sesi (Armağan kitap)- Haz: Hüseyin Su- Hece Yay.
Kitap yazma özgürlüğünün sınırları
Daha önce benzerine pek rastlamadığım bir tartışmayı izledim. İzledim derken sosyal medyada yazılanlar üzerinden.
S. Serra Erdoğan isimli genç yazar, şehit Halil Kantarcı hakkında bir kitap yazarak yayınladı. Kantarcı’nın ailesi ise bu girişimden rahatsız olduğunu değişik açılardan defaatle yazılı olarak belirtti.
Yazar, bu kitabın yazımının kendisine Kantarcı’nın vasiyeti olduğunu belirterek geri adım atmayacağını belirtti. Bu iddia ayrıca tartışıldı.
Yazılan kitapla ilgili olarak Kantarcı ailesinin yanında yer alan çok sayıda görüş geldi. Tabii ki yazarın bu kitabı yazmaya ve basmaya hakkı olduğunu ifade eden görüşler de.
Tartışmanın bir ucunda kitap yazma özgürlüğü var gibi görünse de şehidin ailesinin duyguları ve kararının belirleyici olması gerektiğini düşünüyorum. Rahatsız olduklarını açıkça ve şiddetle belirtmiş olmaları yeterli olmalı.
Bütün hadlerin telif kanununda yazılı olması mümkün değil.