Yıllardır masal yazıyorum.
Dünyaya gelmekle gitmek arasında herkes bir şey yapıyor. Benim yapmaya çalıştığım şeylerden biri de bu: Masal yazmak.
Yıllar önce masal dünyanın bittiği yerde başlar, demiştim, yine diyorum.
Masal formu, içinde barındırdığı geniş imkân ve sınırsızlıklar sebebiyle diğer edebiyat türlerinden epey farklı bir yerde durur.
Onu geçmişte bazan cinler periler krallar kraliçeler arasında görüyoruz, bazan 1001 gece masallarında olduğu gibi sonu gelmez serüvenler arasında, bazan da Ezop’ta olduğu gibi türlü hayvanât arasındaki diyaloglarda.
Zaman zaman karanlık ve çekilmez hâle gelen dünyada insanlığın bir kaçış veya ışık penceresi de diyebiliriz masala.
Masalların kökeninin Afrika olduğu, dünyadaki masalların buradaki sınırlı sayıda masallardan üretildiği söyleniyor. Bugün gelinen noktada ise anonim olmayan, imzalı masalları okumak mümkün. Ama her ülkenin klasik masalları hâlâ sarsılmaz biçimde anlatı büyüsünü koruyor; artık o masalları birine anlatan olmasa da.
Dinlenen masallardan okunan masallara, oradan da izlenen masallara çoktan geçtik ve bu alanda da baş döndürücü bir trafik var. Metafizik boşluk bugün cin peri ile değil ama çağdaş mitler, anlayışlar, yine kaynağı belirsiz olağanüstülükler ile endüstrileşmiş biçimde sürüyor.
Masal geleneksel hayat içinde anlatılan bir şeydi, evet. Sonra folklorun bir nesnesi hâline geldi ve şimdi diyebiliriz ki arkeolojisi de yapılmakta. Hayat ritminin değişmesi, geniş ve büyük aile yapısının ev mimarisiyle birlikte ortadan kalkması bir çok şey gibi masalı da etkiledi. Masal, anlatılan bir şeyden yazılan ve çizgi ya da reel filme dönüşen yeni bir anlatı çeşidine evrildi.
Masalın biraz bu dünyadan sıkılanlar için yazıldığını düşünüyorum. Masal deyince aklımıza hemen formel masal imajları gelmesi yanıltıcı olur. Şu anda çocuklardan daha çok büyüklere masal anlatıldığını düşünüyorum. Çağdaş masalcılar kimler? Bankalar, reklam şirketleri, bazan politikacılar, değişik gurular, koçlar vs. Büyüklere anlatılan bu masal çerçevesinde de klasik masallarda olduğu gibi devler, ejderhalar, kriz alanları var ama biçim ve içerikleri farklı.
Ama biz bunu hiç bilmiyormuş gibi yapıp çocuklara dönelim. Çocukların zamanını da tuhaf ve zorunlu meşguliyetlerle işgâl ediyoruz niyeyse? Soluk alacak zamanları kaldığında da başka meşgaleler buluyoruz onlara hemen.
İnsanlığın masalsı zamanı olan çocukluk, o kadar çok şeyle dolduruluyor ki çocukluğun üstü siliniyor.
İyi, silin bakalım.
Şu toprak yurtta bir altın gömüsü: Hüsamettin Arslan
(…) Hüsamettin Arslan merhum ile sadece iki kez karşılaştım. İkisi de Bursa’daydı. İlki, pek kıymetli Prof. Dr. Feridun Yılmaz hocanın davetlisi olarak katıldığım, daha çok iktisat ve sosyoloji alanlarında yüksek lisans ve doktora yapan öğrenciler ile bir kısım hocanın olduğu bir toplantıdaydı. Biraz tutuktum. Merhum, dikkatle dinlemek lütfunda bulundu. Sonrasında biraz hasbihal ettik. İkincisinde bu defa onun ve hayrülhalefi Bengül Güngörmez hocanın davetlisi olarak sosyoloji bölümü öğrencilerinin tertip ettikleri bir sempozyumda konuştum. Bu defa şükür gayet sarihti konuşmam. Hüsamettin hocayı da keyiflendirmişti söylediklerim. Mutlu olduğu belliydi. En çok da Türkiye’de sosyoloji bölümlerinin işlevine dair meşhur arkeoloğumuz Nur Yalman üzerinden söylediklerimle ilgilenmişti. Şöyle diyordu Nur Yalman: “Kolejde öğrenci iken cemiyetimizin hali çok gücüme gidiyordu. Kendimizi an’anelerinden kopup hedefleri biraz meçhul bir cemiyet gibi hissediyordum. Bu cemiyeti tahlil etmek, neden keşmekeş içinde olduğumuzu anlamak istedim. Bunun ilmini sosyoloji olarak biliyordum. Sosyoloji okumak istedim, memlekete bu şekilde hizmette bulunayım diyordum. Cambridge üniversitesinde sosyoloji diye bir dal yok. An’anelerine düşkün oldukları için çok yeni bulmuşlar, katmamışlardı, (…)” Hoca, Türkiye’nin “ananelerinden kopuk”, “hedefleri meçhul bir cemiyet” olduğu konusunda Yalman ile aynı görüşteydi. Zaten bütün emeği cemiyetimizin koparıldığı hedeflerine yeniden dönebilmesi üzerineydi. “Türkiye’nin tarihî kaderi” olarak naçizane ifade etmeye çalıştığım bu durum, hoca ile beni, pek az görüşmemize rağmen birbirimize dost kılmıştı.
Merhumun ani vefatı tüm sevenleri gibi beni de derinden etkiledi. Türkiye’nin fikir hayatında tabir caizse bir “üst lig” oluşması için çaba sarf edip durmuştu. Tarihî kaderinden, devlet idesinden kopuk toplumlarda böyle vazifeleri yerine getirecek devlet kurumları olmadığı için bu iş şairlere, entelektüellere hasılı kelle koltukta mücadele eden kahramanlara düşer. Vaktiyle Cemil Meriç’in, Nurettin Topçu’nun, Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in farklı edalarla yapmaya çalıştıkları şeydir bu. Hüsamettin Arslan da Paradigma Yayınları’ndan yayımladığı eserlerle Türkiye’nin fikir hayatını şark kurnazı akademisyenlerin, kalem efendilerinin ulaşamayacağı kata çıkarmak istiyordu. Paradigma’nın uçtuğu irtifaya baktığımızda bu amaç açıkça görülür. Celâl Fedai- Mücerret.com