Küçük, ama herkesi ilgilendiren küçük bir şey, pek de küçük bir şey değildir.
Bunlardan birisi sinekdir mâlumunuz, eh onu herkes bilir.
Ya ders kitapları?
Neyi var ders kitaplarının diyeceksiniz. Bence de bir şeyi yok. Kendi alanında yetkin öğretmenlerden oluşan komisyonlar kuruluyor ve aylarca çalışılıp bir dersin kitabı yazılıyor. Sonra bu kitap inceleniyor, onaylanıyor, basılıyor ve nihayet okullara ücretsiz olarak dağıtılıyor.
Sonra…Aaa o da ne? Okuldan dönen çocuğun elinde bir yardımcı ders kitap listesi! O ne? Okuldan istenmiş, çocuk ne bilsin.
Ama o dersin kitabı zaten yok mu, dağıtılmadı mı? Var ve dağıtıldı ama bu ‘yardımcı’ kitaplar da behemahâl alınacak.
İşin maddî boyutunu geçtik, bu işte bir tuhaflık yok mu?
Ders kitabı mı yetersiz, amaç dışı mı yazılmış, öğretmenler o müfredatı değil de başka şey mi öğretmek istiyor, kimsenin bilmediği rant durumları mı mevcut, bunu veliler kendi mi talep ediyor yoksa öğretmenin bir icadı mı… Velhasıl bu minvalde daha onbeş-yirmi soru sorulabilir.
Kimsenin töhmet şemsiyesinin altına girmesine gerek yok. Ama bize mahsus tuhaflıkların da bir sınırı olmalı değil mi?
Yok efendim, sınav sisteminde bu ders kitaplarından soru çıkmıyormuş.
Vay efendim yardımcı ders kitapları daha iyi hazırlanıyormuş falan filan.
Çok mu zor, bütün bu bahaneleri tek bir kitapta telif etmek ve her kafada başka bir soru işareti doğmasını önlemek?
Zorunlu eğitim diye yırtınırken, yüzmilyonlarca lira harcayıp, böyle bir sonuçla karşılaşmak çok mu güzel?
Bu dağıtılan ders kitaplarının biir kısmının hiç açılmadan çöpe atıldığı duyumları da var ki yazığın yazığı.
Hani dersaneler haklı olarak lüzumsuzluğunda bahsolunup kapatılmıştı ya, yardımcı des kitaplarının mantığı çok mu farklı dersanelerden?
Perhizlere ve lahana turşularına doyamadık vesselam.
Afiyet olsun.
Okul… Düşündükçe beraberiz
(…) Eğer ki ders aralarına teneffüs diyorsak, zaten sorun ortada! İki ders arasında nefes almak için ara veriyorsak, derste boğuluyoruz demektir. Bize, ders boyunca nefesimizi tutmayı öğrettiler. Yoksa fabrikada işçi, devlet dairesinde memur boğulup gider.
Memurlar ve işçiler gibi gidip geliyorduk okullara. Bunun için yetiştiriliyorduk. Okul binaları, kamu kurumlarının binalarına benzerdi zaten. Fakat hayat şartlarımız değişti. Kamu gökdelenlere taşındı, şirketlere benzedi. Okul bahçelerini demir parmaklıklarla çevirerek hapishanelere benzettiler.
Üniversite mezunları bile yeni çağa ayak uydurmakta zorlanıyor. Bir şeylerin yanlış gittiğini, bir şeylerin eksik olduğunu anlıyoruz, yanlışı düzeltmek için, eksiği kapatmak için çaba harcıyoruz. Hali vakti yerinde olan kentliler, kişisel gelişim kurslarına gidiyor. Tarikatlarda müritler çoğalıyor. Sosyal medya mecraları çığ gibi büyüyor. Sistem artık bizi boğuyor, hâlâ nefes alabilenler arayış içinde. Yeni şeyler öğrenmemiz lazım! Ama nasıl?Nereden? Kimden?
***
Elbette birbirimizden. Hayatı bir okula dönüştürmemiz gerek. Bilgiye erişim herkes için mümkün. Bir kıtadan öteki kıtaya online özel ders verilen bir devirdeyiz.Herkesin bilgisayarlar ve akıllı telefonlarla klavye kullandığı, yazarak iletişim kurduğu, telefonla bilgiye erişebildiği bir devirde. Bir tablette kütüphane taşıyabiliyoruz. Ne var ki, onları elimizde tutunca, içindeki her şeyi öğrenmiş olmuyoruz.
Nasıl ki, bir programın bilgisayarın belleğinde bulunması, onu kullanmayı bildiğimiz anlamına gelmiyorsa, hafızamıza kaydettiğimiz malumatı biliyor olmuyoruz. Bize böyle öğrettiler maalesef. Oysa öğrenmek fazlasını gerektirir.
***
Bazı arkadaşlarımın yerinde saydığını görünce içim yanıyor. Yeni şeyler öğrenmeden geçirdiğim zamanlara içim yanıyor. Hemen hepimiz öğrenmeyi okul kurallarına bağlı ve bağımlı bir yönde belledik. Bir binada, bir derslikte, bir öğretmen ders anlatır, belli yeri ve belirli vakti vardır. Öğrenciler o vakitte orada bulunurlar, dersi dinlerler ve dağılırlar. Arkadaşlık bağımızın güçlü, dostluk kültürümüzün zengin olmasına karşın, bu olguların öğretimde etkinleştirildiği bir eğitim sisteminden yoksunuz.
Okulda öğretmenin anlattığı bilgiyi hafızamıza kaydetmek ve sorulursa geri bildirim yapmaktan öteye geçerek, öğrenme sürecinin merakla başladığını, sormak araştırmak gerektirdiğini, kısacası önce düşünmeyi ve öğrenmeyi bize öğretselerdi, arkadaşlığımız birlikte oynamak eğlenmekten, birlikte ağlayıp gülmekten öteye geçerek, birbirimizden öğrenmeye, birbirimize değer katmak için çaba harcamaya varırdı.
Okumak yalnızlık ve sessizlik gerektiren bir eylemdir. Biz kentleri fay hatları üstüne kuran kıpır kıpır bir toplumuz. Dışadönük ve cana yakınız, arkadaş canlısıyız. Fakat boş muhabbetle çok vakit öldürürüz. Sınav ve ödev üstüne kurulu eğitim sistemini bırakıp, sadece düşünmek, öğrenmek ve paylaşmak üstüne kursak; devlete memur, fabrikaya işçi, vatana millete hayırlı yurttaş yerine yetiştirmek yerine, herkese hayrı dokunacak, kültürlü arkadaşlar yetiştirsek nasıl olur?
Konuşmayı seven bir toplumuz, geveze olduk. Haliyle dedikodu yapıyoruz. Başkasını çekiştirmek yerine bana kendini anlat. Taksiye biniyorum, şoför benimle siyaset sohbeti yapıyor. İkimiz de siyasetçi değiliz, bana trafiği anlat. Meslektaşımla buluşuyorum, konu futboldan açılıyor. İkimiz de futbolcu değiliz, bana film anlat, okuduğun kitabı anlat. Şiir okursam aşığım sanma. Yani gündeme ikimiz baş başa karar verelim. Hayatın müfredatı yoktur. Yeni bir soru bulmak üzere ayrılalım ki yıllarca görüşmesek de olur, düşündükçe beraberiz.
Çocukları sıkış tepiş dolduracak devasa okul binalarına ihtiyacımız yok. İrtibat ofisi ve serbest etkinlik alanları yeter. Birbirleriyle konuşsunlar, öğretmenleri ve dersleri birlikte seçsinler. Sınıfta, atölyede, dükkanda, kütüphanede, müzede, öğretmenin evinde derse katılabilirler. Öğrenimi okul binasından çıkarıp her yere yayalım, bir görev değil, yaşantı olsun. Buluşarak, gezerek, görerek, yer değiştirerek, ders arayarak, öğretmen arayarak, ders için mekan tarayarak etkin olsunlar. Özellikle online ders görsünler, öğrensinler bu şekilde ders almayı. (…) Erol Hızarcı-Çeto/ Okul sayısından…)